Yavrukurt Olmak

İlkokulu, Atatürk İlkokulu’nda okudum. Kocaman bir bahçesi olan, şehrin en muteber okuluydu. Hâlâ yolum düşer de önünden geçersem heyecan duyarım. Anılarım canlanır. Çocukluğun güzellikleriyle dolu tam beş yılı ben o bahçede, o okulun koridorlarında, sınıflarında yaşadım. Okumayı orada öğrendim, yazmayı da...

İlkokul üçüncü sınıftaydım. Nisan başıydı. Sınıfım o yıl öğleci idi. Güneşli bir gündü. Hangi dersteydik hatırlamıyorum. Sınıf oldukça sıcaktı, hava ağırlaşmıştı ve bu uyku, derinden derinden beni çağırıyordu.

Dışarıda bir gürültü başladı. Git gide arttı, çoğaldı. Kâh karışık kâh uyumlu. Ne uyku bıraktı ne de ders. Öğretmenimize sorduk ne olduğunu: “Yavrukurt izciler” dedi, “23 Nisan’a hazırlanıyorlar”. Yavrukurt nedir, izci nedir bilmiyordum; ancak sesler, müthiş bir iç gıcıklamasıyla çağırıyordu beni. Merakım arttıkça arttı.

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ders saati nihayet zilin çalmasıyla bitti. Genellikle teneffüslerde sınıfta, koridorlarda oynayan, oyalanan ben koşarak bahçeye çıktım. Okul bahçesinin ortasına yakın bir yerde epey bir seyirci kalabalığı vardı. Trampet ve borazan sesleri önce davulun sesine oradan da kalabalığın gürültüsüne karışıyordu. Kalabalığı yardım. En ön sıraya çıktığımda gözlerime inanamadım. Benimle aynı yaşta ya da az büyük çocuklar ellerinde trampetler, borazanlar, üstlerinde bir örnek kızıl kahverengi gömlekler, kahverengi pantolon ve etekleriyle uygun adım yürüyüş yapıyorlardı. Boyunlarında birer mendil bağlıydı. Fakat annemin her zaman sağ cebime yerleştirdiği beyaz mendil gibi değildi bunlar. Daha büyük ve renkliydi. Başlarında da kahverengi şapkalar vardı. Şapkanın ön ortasında bir kurt başı parlıyordu güneş yansıdıkça.

Dersler bitmek bilmedi o gün. Ben her teneffüste gidip yavrukurtları seyrettim. Biraz yabancı, biraz resmi gelmişti bana; galiba kıskanmıştım da. Eve döndüm anneme gördüklerimi anlattım, sordum. O da bildiği kadarıyla cevapladı. Akşam babam gelince bir fasılda ona anlattım, ona sordum heyecanla. Bu defa kızkardeşim de merakla dinledi babamı. O da benim gibi heyecanlanmıştı babamın anlattıklarıyla. İzciler trampet borazan çalar, bayramlarda okulların en önünde yürürlermiş. İlkokul çağındakilere yavrukurt, büyüklerine izci denilirmiş. Bu izciler dağlara çıkar, kamp yapar, ateş yakar, çadırlarda uyurlar, keşfe çıkarlarmış.

İzcilikle ilk tanışmamdır bu. O günlerde ben ne zaman “Yavrukurt olmak istiyorum” dediysem, annem de babam da “Sen şimdi derslerinle ilgilen, seneye olursun” dediler, izin vermediler.

Aradan henüz bir kaç hafta geçmişti ki sınıfımızın çaprazında depo olarak kullanılan odadan tek tük trampet sesleri geliyordu. Okul bitince çıkışa doğru yürümek yerine depoya doğru gittim, yandan başını uzatıp görünmemeye çalışarak içeri baktım. Bir öğretmen trampetleri siliyor, temizliyordu. Temizlediği trampetlerin sesini kontrol ediyor, çıkan ses bozuk ise trampetin yanlarındaki kulakçıkları çeviriyor tekrar kontrol ediyor ve istediği ses çıkana kadar aynı işlemi tekrarlıyordu. Öğretmen, görünmemeye çalışan beni gördü; adımı, hangi sınıfta olduğumu sordu. Söyledim. “Madem bu kadar merak ediyorsun seneye sen de katıl, yavrukurt ol” dedi. “Olur, zaten istiyorum” dedim.

O sırada yerde duran bir kurt başı gözüme ilişti. Şapkalara takılanlardandı. Biri düşürmüş olmalıydı. Eğildim, aldım. Öğretmene doğru uzatarak gösterdim. “Sende kalsın, onun teli kopmuş, şapkaya takılmaz artık” diyerek geri çevirdi. Trampetlere dokunmama hatta birini çalmama bile izin verdi. İşi bittiğinde “Dur sana bir de kayış vereyim” diyerek arkasındaki raftan kahverengi eski bir deri kemer uzattı bana. Gözlerime inanamadım, bu bel kemerinin tokasında da aynı kurt başı vardı. O eski kemeri tamamen yıpranıp kopana dek her pantolonuma taktım.

Ertesi yıl yavrukurt olabildim mi? Hayır... Anne babam aynı gerekçeyle izin vermediler: “Sen şimdi derslerinle ilgilen, seneye olursun.”
***
Orta ikinci sınıfta başka bir okuldaydım. Kızkardeşim benden bir sınıf aşağıda, yani orta birdeydi. Okullar yeni açılmıştı. Bir akşam evimizin kapısı çalındı. Babamdır deyip kapıyı açmaya koştuk kızkardeşimle. İki büyük abi gelmişti, annemizi istediler. Annem mutfaktan çıktı, kapıya geldi. Kızkardeşimi gittiğimiz okulun lise bölümünün hava izci takımına maskot yapmak istiyorlarmış. Görevli öğretmen yollamış abileri, “Velisinden izin alın” demiş. Annemden izin istediler. “Babamıza bir soralım önce” diyerek yolladı onları annem.

Az bir zaman sonra babam eve geldi. Annem abilerin isteğini anlattı. Babam “Olur” dedi. Annem gözüyle beni işaret etti. “Oğlumu da alsınlar o zaman” diye ekledi babam.

O yıl, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda üstümüzde tiril tiril mavi hava izcisi giysileri, beyaz kemer ve tozluklar, açık mavi bere ile bütün izcilerin önünde gururla yürüdük kızkardeşimle.


Berelerimizin sol yanında kanatlarını iki yana açmış, pençelerini germiş bir kartal vardı. Lise yıllarımda dahil olmak üzere o bereyi hep gururla taktım, hava izci üniformasını hep kıvançla taşıdım. Hava izcilerinin bando majörü oldum. Yine de o kartal, o kurt başının yerini hiç dolduramadı. Ben hiç yavrukurt olamadım; hep içimde kaldı...

Aradan geçen yıllar içinde öğretmenlik yaptığım okullarda bir çok okul bandosu kurdum, çalıştırdım. Ne zaman oğlum ilköğretim çağına geldi; o zaman izcilik ateşi yine düştü içime. Bir vesile ile kurslara katılıp izci lideri oldum. Dağlara çıktık, kamp yapıp ateş yaktık, çadırlarda uyuduk. Yaşamı keşfettik...

Tıpkı, babamın küçükken bana anlattığı gibi...

Oğlum şimdi iyi bir yavrukurt. İleride, iyi bir izci ve iyi bir lider; dahası iyi bir insan ve iyi bir baba olacak. Eminim...

(Adapazarı, 2005)

Yorumlar

Popüler Yayınlar