1. SURİYE WOOD BADGE İZLENİMLERİ (3. BÖLÜM)

Jean-Louis Kassis (WB3 - ALT) Birleşik Krallık ve Lübnan vatandaşı

İstanbul Havaalanı'ndan sonra indiğimiz Beyrut Refik Hariri Havaalanı oldukça eski göründü gözüme. Dar koridorlardan geçtim, pasaport kontrolünde önümdeki bir çifti bekledim sadece, zira pasaport kontrolde yabancılar bölümünden çok, Lübnan vatandaşlarına ait bölüm kalabalıktı. Konveyör bandına ilk çıkan valizi sapına bağladığım yeşil-siyah Sakaryaspor örgüsünden hemen tanıdım ve aldım. Anlaşılan valizime de "sedir klas" önceliği verilmişti.
Çıkışa yürüdüm, uzun sakallı biri "Orhan" diye seslendi. Baktım Jean-Louis Kassis (WB3 / ALT) kapı önündeki setin arkasında beni bekliyor. Jean-Louis ilginç bir insan. Enerjisi hiç bitmiyor, hep bir afacan çocuk modunda, hayatı kendisi ve çevresi için eğlenceli kılmaya çalışan bir rahip. Aslen Lübnan'lı fakat Londra'da yaşıyor ve Birleşik Krallık vatandaşı. Ufak tefek bir insan olmasına rağmen her şeye yetişiyor inanın. Bir bakıyorum orada, bir bakıyorum burada. Şam'da 20 yıl sonra yapılacak ilk wood badge uygulamasının asıl mimarı... Dedim, "Bu sakal ne?", "Babam vefat etti ya o sebeple yas sakalı bıraktım, yarın keseceğim" dedi. Ortadoğu usulü birbirimizi kucakladık. Hoş beşten sonra otoparka doğru yürüdük.
Havaalanından çıkınca yüzüme bir sıcak vurdu. İstanbul'da 14-15 derecede bıraktığım puslu-çisentili hava, Beyrut'ta beni 29-30 derecede açık güneşli bir hâlde karşıladı. Tevekkeli değil, inişten önce uçak alçaldığında gördüğüm Beyrut plajlarında şemsiyeler açıktı ve az da olsa denizde yüzenler de vardı.
"Orhan, bana güveniyorsun değil mi? Bakalım araba sürüşümü beğenecek misin?" dedi Jean-Louis anahtarı takıp marşa basarken. Ben otomatikman emniyet kemerine uzandım. "Burası Beyrut, emniyet kemerini bağlamak zorunda değilsin" dedi. Otoparktan çıktığımızda sanırsınız ki 1980'li yılların başındaki Topkapı Otogarı'nın tam da önüne çıktık. Aman Allahım, o ne karışık trafik! Kimin nereden dalacağı, nereden çıkacağı belli değil. Kemeri aceleyle bağladım. Yol otoban gibi ama şehir içinde ve giriş-çıkış bağlantısı çok. Küçük bir Beyrut'a hoş geldin turu attık. Şehir trafiği daha da karışık. Trafik ışıkları kırmızı-yeşil kendince yanıp sönüyor ama kimsenin gördüğü, uyduğu yok. İnsanlar yolda yürüyor. Kaldırımların çoğu dükkânlar tarafından işgal edilmiş ve onun önüne otomobiller park etmiş, haliyle yayalar da kaldırıma in-çık yapmaktan bıkıp, park halindekiler ile hareket halindeki arabaların arasında yürüyor. Tehlikeli bir durum ama kimsenin tehlikeye aldırdığı yok. Korna sesleri birbirine karışıyor. Trafik polisleri aynı bizimkiler gibi görev bölgesinde cep telefonlarıyla meşgul olduklarından trafikle pek ilgilenemiyorlar. Jean-Louis de arkamızdan korna çalanlara hiç aldırmadan otomobili sakin sakin sürüyor, yanımızdan geçerken söylenenlere, "Habibi" ile başlayan Arapça bir şeyler söylüyordu.
Arabanın dikiz aynasında bir ucu Lübnan, diğer ucu Ermenistan bayrağı olan ipekli bir mini atkı bağlanmıştı. Ben sormadan Jean-Louis anlattı, bindiğimiz otomobil kızkardeşinin kayınbiraderine aitmiş. O da Ermeni asıllı bir Lübnanlıymış. Hepsi birlikte aynı aile evinde yaşıyormuş. Jean-Louis de Beyrut'a geldiğinde onlarla aynı yerde kalıyormuş. En büyük erkek çocuk olduğu için ev onun evi sayılırmış. Zaten Beyrut'ta doğmuş, büyümüş, yıllarca orada çalışmış; 20 yıl önce de Londra'daki Süryani Kilisesi'ne görevli rahip olarak gitmiş, Birleşik Krallık vatandaşlığını da almış. Londra'da da ev sahibi. Şimdi Londra-Beyrut arasında sık sık gidip geliyor. Dikkatimi çekti, Beyrut'tan "My Beirut!" (Beyrut'um!) diye bahsederken Londra'yı aynı şekilde sahiplenmiyor. Belli ki Lübnanlı tarafı hâlâ ağır basıyordu.
Jean-Louis'in Beyrut'ta Ermeni mahallesi içinde babasından kalma bir hırdavatçı dükkânı var. Babası Adana doğumlu bir Süryani, annesi de Urfa doğumluymuş. Zaten Lübnan'daki Süryanilerin neredeyse tamamı başta Mardin olmak üzere, Adana, Urfa, Gaziantep, Antakya'dan Beyrut'a göçmüş aileler. Beyrut'a gelen göçte Fransızların parmağı olduğu kesin. Çünkü Arapçanın içinde pek çok Fransızca kelime kullanıyorlar, "Mersi" demek kibarlık, entellektüel'lik göstergesi, çocukları ortodoks ya da katolik kiliselere bağlı okullara gidiyor ve yabancı dil olarak Fransızca öğreniyorlar. Süryaniler ve Ermeniler eski, harap ve yoksul görünüşlü bir mahallede iç içe yaşıyorlar. 15 yıl süren ve 33 sene önce sona eren Lübnan İç Savaşı'ndan kalma eski, kırık dökük, üzerinde kurşun ve şarapnel delikleri bulunan Beyrut duvarlarında sık sık, "Azerbaycan'ı durdurun, kahrolsun Azerbaycan!", "Doğu Türkiye (Doğu Türkiye ibaresinin üstünde kırmızı çarpı var.) Batı Ermenistan", Ermeni soykırımını unutmadık, katil Türkiye!" sloganları gördüm. Her yerde Ermenistan bayrağı asılı, her köşe başında bir Hristiyanlık simgesi, en çok da Meryem Ana heykeli veya haç vardı. Hani birisi bana, "Sana şaka yaptık, burası Beyrut değil, Erivan!" (Erivan Ermenistan'ın başkentidir.) dese inanırım. Görüntü o!
Hırdavat dükkânını Jean-Louis'in kızkardeşi işletiyor. Aile evleri de dükkânın üst katlarında yer alıyor. Binanın üzerindeki büyükçe bir tabelada "Kassis" yazıyor, bina onların ailesinin malı. Bana karşı büyük misafirperverlik gösterdiler. Misafir odasını benden 4 saat önce Beyrut'a inen Jean-Louis ile ortak kullanacaktık. Mutfak, içme suyu, tuvalet, duş nerede, sırasıyla bana gösterdiler, wi-fi şifrelerini verdiler. Ev dışarıya nazaran çok daha serindi.
Jean-Louis ile uygulayacağımız programın üzerinden son bir kez daha geçtik, her şey yolunda gözüküyordu. Birlikte aşağıdaki hırdavat dükkânına indik. İki orta boy köpek bizi havlayarak karşıladı. Köpeklerle aram iyidir, 2 dakika içinde anlaşmıştık. Jean-Louis'in kızkardeşi bizim için çeşitli ikramlar hazırlamıştı, tabii ki çay ile birlikte... Üzerine de kahve!
Kahveyi Türk kahvesi gibi cezvede pişiriyorlar ama cezve büyük boy. Kahve iyice kaynatılıyor ve şeker içine sonradan fincanda ilave ediliyor. Telve yerine de fincanın dibinde iri çekilmiş kahve çekirdeği kırıntıları kalıyor. Son derece sert bir kahve, kokusu bile acı acı kokuyor.
"Haydi" dedi Jean-Louis, "seni Lübnan İzcileri'nin alışveriş yaptığı izci mağazasına götüreyim."
Dükkânın önüne park ettiğimiz otomobile bindik, başkası park etmesin diye çıktığımız yere bariyer koyduk. Eskinin Mecidiyeköy'ünü andıran üstünden otoban geçen, her köşe başında bir kilise bulunan canlı yaşayan kalabalık bir caddeden geçtik, yukarı semtlere doğru yol aldık. Yukarıya doğru çıktıkça Beyrut değişti, zenginleşti, güzelleşti, bu kesimde trafik ışıklarına da uyuluyordu. Mimarisi İstanbul-Levent'i andıran bir bölgeydi. Otomobil galerileri ve lüks otomobil markalarının logoları gözüme çarptı. Yol boyundaki reklam tabelaları da daha çok otomotiv ya da bankacılık sektörü üzerineydi.
Spor salonu gibi büyük, yüksek ve tek katlı bir binanın önündeki otoparka park ettik. Binanın içine girince cidden şaşırdım. Çünkü bu kadar büyük bir izcilik materyali satan mağaza hiç görmemiştim. İngiltere'de Gilwell Park ya da Brown Sea Adası'nda bile yoktu. Çadırdan, mattan, uyku tulumundan tutun da, izci üniformasına, boynuz düdüklere, çeşit çeşit armalara, türlü türlü rozetlere, bayrak ve flamalara, masaüstü izci biblolarına kadar ne ararsan vardı. Fakat metal malzemeli materyaller ikinci sınıf malzeme ve işçilikteydi. Belli ki dünya genelinden edinilen orijinal objelerden kalıp alınmış ve kopyaları üretilmiş, yıllar sonra kopyadan bir kalıp daha alınmış ve kopyanın kopyası üretilmiş, böyle böyle objelerdeki ince detaylar iyice kaybolmuş. Ancak fiyatları orijinalleriyle aynı seviyede ve dolara endeksli. Fakat bu mağazada 50'li yıllarda üretilen B-P'nin bronz büstünün kopyasına kadar ne ararsanız var. Dünya'da bu büyüklükte ve bu dolulukta bir başka izcilik mağazası olduğunu sanmıyorum. Bir spor salonu büyüklüğünde mağaza ve arkasında bir o kadar da depo alanı var. İçinde kamp için fener, masa, sandalye, yemek pişirme seti yok yok.
Maaşını İngiliz Sterlini olarak alan Jean-Louis, Suriye'deki kursiyerlere hediye etmek için Lübnan'a ait armalar, rozetlerden satın aldı. Benim de gözüme birkaç rozet takılmadı değil, ama bir küçük rozete 5 dolar vermek hiç akıllı işi olmazdı. Jean-Louis orada bana da bir Lübnan İzcileri milli fuları hediye etti, bir de Suriye'deki organizasyonu yapan grubun şefi Elias Massoh'a hediye etmek için gerçek boynuzdan yapılmış düdük/borulardan almak istedi, hangisini alacağımıza bütün boruları defalarca öttürerek karar verdik. Ben ona bir de hâki renkli örme askı seçtim. Boynuz boru bizim paramızla bin liradan fazlaydı, size o kadarını söyleyeyim. Boy boy boynuzlardan ucuna bir düdük aparatı eklenmiş, boyut büyüdükçe ses daha bas çıkıyor. En küçüğü 50 dolardan başlıyor, 125 dolara kadar var, ama en büyüğü dahi küçük boy bir kudu boynuzu ölçütünde değil.
Eve geri döndük ve aldıklarımızı eve bıraktık. Ardından da yürüyerek şehir merkezini turlamaya çıktık. Beyrut Ermeni mahallesinin her sokağı birbirine benziyor. Bir otomobilin ancak sığacağı dar sokaklardan geçtik. Dükkânların dağılımı düzensiz. Mesela; motosiklet tamircisi, manav, butik giyim, berber, lokanta, spor mağazası, elektronikçi, ayakkabıcı, araba tamircisi, bakkal, gözlükçü, spot beyaz eşyacı, kasap, eczane yan yana... Her sektörden bir dükkân sıralanmış âdeta. Dükkânların arasında kalan boşluklarda da bize göre aşırı büyüklükte ve düzensiz çöp yığınları... Binalar eski ve bakımsız, balkonlar hep güneş perdeli, uçuşan perdelerin solmuş desenleri mimari estetiğe fazlasıyla aykırı, göz yorucu. Hemen her binanın cephesinde klima ünitesi ve çanak anten görmek mümkün.
Akşam yemeği için bir lokantaya girdik... Madem Lübnan'ın yerel lezzetlerini tatmak istemiştim, civardaki en iyi sakatatçı burasıydı. Dürüm içinde beyin, uykuluk, ciğer, kelle eti, dil, dalak, billur vs. ne ararsan vardı. Ben gözüme iyi görüneni seçtim. Jean-Louis siparişi alana bir sürü Arapça cümle söyledi. Sanırım yiyeceklerimizi önemsiyor ve ona göre talimat veriyordu ki onu burada tanıyorlardı. Masaya önce acı biber turşusu geldi tam benlik. Ardından dürümler geldi. Tadı ekşi bir sos vardı dürümümde, sosun tadından ne yediğimin tadına varamadım. Ardından bir dürüm daha geldi, ciğer dürümdü fakat o sos yine baskındı. Jean-Louis'nin ısrarıyla bir de "İstanbuli" sipariş edip yarım yarım paylaştık. Oh be kardeşim, bildiğimiz Urfa Kebap dürüm... Dürümün içinde piyazlık kesim kuru soğan da vardı. Kebabın enfes tadı ağzımdaki o ekşiliği giderdi hemen. İlginç olan şey, İstanbul'da Urfa (acısız), Adana (acılı) diye satılan bildiğimiz şiş köfte kebaba burada İstanbul kebabı denilmesiydi. Acılı İstanbuli, acısız İstanbuli...
Yine yürüyerek başka sokaklardan eve döndük. Akşam serinliği basınca sokaklarda altında kalmamak için ekstra çaba sarfettiğim otomobiller daha lüksleşti, 4x4 araçlara dönüştü, insanlar daha bakımlı, daha zengin giyimli oldu. Beyrut da İstanbul gibi akşam olunca daha farklı bir görünüme bürünüyordu.
Eve dönünce evin diğer ahalisiyle de tanıştım. Şaşkınlığım had safhadaydı, zira Jean-Louis'in kızkardeşinin soğuk demircilik yapan kayınbiraderi, Ermeni asıllı olmasına rağmen iyi derecede Türkçe konuşuyordu. Çay-kahve, Türkçe sohbet... Konumuz Türk televizyon dizileriydi ve anladım ki ben onlar kadar Türk dizilerine hakim değilim. Bir de İbrahim Tatlıses'ten konuştuk; onu burada tanımayan, şarkılarını bilmeyen yokmuş.
Tabii bir de 2022 ekim ayı sonunda İzmir'e geldiğinde misafirperverlik yapıp kazanmaya hiç niyetlenmediğim tavlanın rövanşını Jean-Louis'e tek sayı vermeden aldım. Sanırım o da misafirperverlik gösteriyordu.
Deliksiz uyumuşum, şansıma Jean-Louis horlamıyordu; ama o horlamayan bir oda arkadaşına sahip miydi, bilemezdim. O kadar çok yemiştik ki horlamam muhtemeldi ve sabah olduğunda dahi gayet toktum.
Kahvaltıyı Jean-Louis'in kızkardeşi hazırlamıştı ve bildiğimiz serpme kahvaltıydı. Ancak bildiğimiz ekmek yoktu. Yufka ekmeğe devam, olduğu kadar...
Kahvaltıdan sonra Jean-Louis ile aşağıdaki hırdavatçı dükkânını açmaya indik. Bizim eski çarşılardaki, eskiden kalma dükkânlar gibi akordeon metal kepenkli. Kilit üstüne kilit vardı, kepengi açmak 10 dakika sürdü inanın. Ben kaptım süpürgeyi, esnaf çocuğu olmanın verdiği alışkanlıkla dükkânın önündeki kaldırımı süpürdüm. Jean-Louis şaşırdı, "Neden sokağı süpürüyorsun?" dedi. Dedim, "Sokağı değil, dükkânın önünü süpürüyorum içeri toz girmesin. Hem biz de âdettir, sabah ilk iş temizlik yapılır ki dükkânın bereketi artsın." Yan taraflardaki bağları çözdü, iki yandaki kalın şeffaf naylon perdelerin mıknatıslı orta kenarları anında birbiriyle öpüştü. Sonra fark ettim ki çoğu dükkânda bu sistem var, manyetikli şeffaf bir naylon perde ile dışarıdaki tozun-pisin içeri girmesi engelleniyordu.
Jean-Louis'in kızkardeşi kahvaltı sofrasını, bulaşıkları halledince yanımıza indi, dükkânı bizden devraldı. Diğer büyük kayınbirader de geldi. O da Türkçe biliyormuş. Üç erkek, yine yürüyerek, pek çok dar sokaktan geçtik ve bir berber salonuna girdik. Bu salonun bir özelliği ya da sahibi tanıdık olmalıydı ki onca berber geçip buna gelmiştik. Salonun duvarında bir Ermenistan haritası ve bayrağı vardı. Fakat berber de Türkçe konuşuyordu hatta Türkçe konuşmayı özlemiş gibi sevinerek konuştu benimle. Taze kahve yapıldı, fincanlara bölüşüldü, içtik. Jean Louis yas sakalını kestirdi, saç-sakal ustura tıraşı oldu. Başı epey hafifledi, parladı. Klasik berber sohbeti yapıldı, Real Madrid'ten Barcelona'dan konuşuldu. İspanya, İtalya, Fransa ve İngiltere futbol ligini takip ediyorlar. Almanya, Türkiye, Hollanda yok!
Berberden çıktık, çarşı-pazar dolaştık ve öğle olmadan yine bir lokantaya girdik. Yine geleneksel bir Lübnan yemeği/salatası söylendi. Haşlanmış nohut, tavuk etli veya dana etli/kıymalı (seçiliyor), yoğurt, üzerine biberli-baharatlı yağ ve fıstıklı-kajulu süsleme... Nohut ve et sıcak, yoğurt hafif sarımsaklı ve oda sıcaklığında, fıstık-kaju ise bana biraz tezat görünse de lezzet olarak tabakla şaşırtıcı derecede uyumluydu. Acı biber turşusu ile dilimlenmiş turp ve roka yancılığında bir koca kâse 'Fette'yi bitiremedim. Lezzetli ve fazlasıyla doyurucu bir yemekti.
Eve geri döndük, bizi Beyrut'tan Şam'a götürmek için için gelen vip araç tam saatinde geldi. Araç şoförü eşyalarımızı bagaja özenle yerleştirdi. Jean-Louis ve ben aileyle bir hafta sonra görüşmek üzere vedalaştık ve yola koyulduk. Rahip kıyafetini giyen Jean-Louis ön koltuğa geçti, ben sivil kıyafetimle arka sağ koltuğa oturdum. Diğer iki koltuk ise Beyrut'un bir başka bölgesinden alacağımız izci lideri eğitimcilerine ayrılmıştı. Beyrut şehri de İstanbul gibi git git bitmiyordu. Güzel modern bir sitenin içine girdik, Şef Antoine Feghali (WB4 - LT) ile Şef Zahira Chouman (WB3 - ALT) neşe içinde geldiler, sivil giyimliydiler. Yüz yüze ilk kez tanıştık, karşılıklı hâl-hatır sorduk. Onlar yabancı dil olarak iyi derecede Fransızca biliyor, İngilizceyi de orta seviyede konuşuyorlardı. Anlaşmak zor olmadı.
Düştük yine Şam yollarına! Lübnan'ın başı karlı (hakikaten zirveye yakın yerlerde kar vardı) dağlarına tırmandık da tırmandık, sonra indik de indik. Arabadaki dört kişi kendi aralarında sakin sakin Arapça konuşuyordu. Şef Antoine ara sıra Arapça şarkılar da söyleyince beni ulvi bir cami havası kavradı mı!? Göz kapaklarım ağırlaştı, içime bir uhrevilik geldi iyice. Hani camide, mevlitte cemaatle dua ederken, hoca anlamadığımız Arapça bir şeyler söyler ve cemaate uyup "amin" deriz ya... İşte ben de tam o moddaydım. Araya girip "Amin!" diye nara atmadıysam tamamen edebimdendir. Bu sırada tavşan uykusu da yapmış olabilirim...
Yol git gide daraldı, otoban görüntüsü kayboldu, çift yönlü ve asfaltı bozuk bir yola dönüştü. Yol üstündeki bir benzin istasyonunda mola verdik, şoför depoyu "full" doldurdu. Her yer 'exchange office' (döviz bürosu) tabelası ile doluydu; bir anlam veremedim...
Tekrar bindik otomobile, hareket ettik-etmedik Lübnan-Suriye sınır kapısı karşımıza çıktı. Pasaportum elimde, şoförümüzün yönlendirmesiyle hep birlikte pasaport kontrole girdik. Lübnan vatandaşları Suriye'ye kimlik kartıyla giriyor, o nedenle onlara pasaport soran yok, sadece kimlik kontrolleri yapılıyor ve küçük bir form dolduruyorlar. Jean-Louis rahip kıyafetli olduğu için bizim işlemlerimizi yandan yaptılar. Din insanları bu coğrafyada hep ayrıcalıklı, ister imam, ister rahip, ister haham ol, hep önceliklisin... Bu sayede ben de pasaportuma vurulması gereken Lübnan'dan çıkış mührünü hiç beklemeden aldım.
Araca geri döndük; son kontrol noktasından geçerken bagaja şöyle bir usulden baktılar, şoförümüz aracın giriş-çıkış belgelerini gösterdi. Lübnan'dan çıktık ve aradaki tarafsız bölgede tam karşımızdaki büyük boy Beşar Esad resmine doğru ilerledik, 100-150 metre sonra Suriye sınır kapısına girdik. Araç küçük bir binanın otoparkına çekildi, Rahip ve Şoför önde biz arkada, hep birlikte pasaport kontrol binasına girdik.
(Arkası yarın... Suriye'ye hoş geldiniz! Masraf, bahşiş...)

Yorumlar

Popüler Yayınlar