BENİM KIRMIZI ÇAYDANLIĞIM

 
 

BENİM KIRMIZI ÇAYDANLIĞIM
Her şey o kırmızı çaydanlığı görmemle başladı...

8 mi, yoksa 9 yaşında mıydım bilmem! Belki de 10! Sıcak bir yaz günü, öğle uykusundan bir gürültüyle uyandım. Bohçacı kadın gelmiş, dayanmış kapıya, güm güm vuruyor, bi' de iki katlı evimizin açık olan üst kat pencerelerine doğru, "Bohçacı geldi haaniim!" diye bağırıyordu. Açık pencerede beni görünce, "Anana haber versene bakacağına!" dedi altı üstü dizi dizi altın dişleri ile gülerek.

Annem, ben daha ona haber vermeye kalmadan açtı kapıyı, bohçacı hemencecik yayıldı sahanlığa, bohçasını usulca bıraktı yere ve şalvarını topladı, diz kırıp oturdu kapı ağzına. Annem de hol tarafında yere çöktü. Bohçacı kadınla karşı karşıya oturdular. Bohçacı kadının kalın el bilekleri şıkır şıkır şıkırdayan altın bileziklerle dolu…

Sihirbaz misali hareketlerle koca bohçasının düğümlerini ağır ağır açtı. Kocaman bir besmele çekti. “Abe kızım bir bardak su veresin hele” dedi merdivenden aşağıya benim önümden inen kız kardeşime. Kız kardeşim doğruca mutfağa yöneldi. Bir bardak suyla geldi. Kadın, “Maşallah, maşallah ne güzel kızsın sen!” dedi, kız kardeşime de eliyle otur işareti yaptı. O da kıvrılıverdi annemin dibine.

Üst kattan, sahanlığın bağlı olduğu hole inen merdivenlere oturmuş, tırabzan arasından, kuş bakışı seyrediyordum alt katta olan biteni.

Kadın, tek tek, parça parça çıkarıyordu mallarını ve öve öve bitiremiyordu her birini. Yok bu Şam dokuması, yok bu Halep işlemesi kaçak malmış… Yok bu Bursa ipeklisi, yok bu Şile beziymiş... Şu keseler tee Hopa’dan, hamam tasları Antep’tenmiş… Kocası gidip tek tek seçiyormuş bu malları. Hepsi seçmece malmış, çarşıda pazarda arasan bulunmazmış…

Annem tek tek eline alıyor, cıvıl cıvıl, çiçek çiçek elbiselik, eteklik, bluzluk kumaşları âdeta okşuyor, seviyordu. Sonra kardeşime veriyordu, o da annemi taklit edip okşuyordu kumaşları.

***
Annem bazen bohçacılardan aldığı kumaşları, çarşıdan aldığı kumaşlarla kombinler ve neler neler dikmezdi ki. Bana, kardeşime çeşit çeşit giysiler, eve perdeler, yastıklar, yatak örtüleri vs. Çeyizinde getirdiği Singer dikiş makinesinde tıkır tıkır dikerdi hepsini. Becerikli kadındır vesselam.

O manuel dikiş makinesinin ileri-geri yalpalanan ayak pedalının koca tekeri döndürmesine, oradan bir kordonla gücün makinenin küçük çaplı koluna aktarılmasına ve onu hızlı döndürmesine, dikiş iğnesinin bir batıp bir çıkmasına, makinanın aynalığındaki horoz’un bir aşağı bir yukarı yapıp ipi çekiştirmesine hep hayret etmişimdir o çocuk halimde. Nasıl kusursuz bir sistemdi bu, nasıl güzel işliyordu her şey. Ben o koca tekeri seyreder dururdum. Saatlerce oturur, makinenin ahengini, devinimini seyrederdim.

Babam sayacıydı, o da mahir adamdı, o da dikiş makinasında gün boyu saya dikerdi. Fakat onun makinesi motorluydu. Makinenin sesi, Formula1 arabalarının sesini aratmazdı. Babam tam gaz dikerdi. İğneyi, horozu göremezdim bile!

Annemin makinesi ahenk, babamın makinası gürültü doluydu.

***
Bohçacı dediğime bakmayın siz! Ben/biz onu tanımasak da o bizi iyi tanıyor, pek samimi, senli benli konuşuyor annemle. Arada rutin işleyişten sıkılan kız kardeşimi heyecanlandırmak için, “Kız ne çabuk sıkıldın! Romanya’dan bebek de getirdim, en son gösterecem ben sana” diyordu.

Kat kat çiçekli kumaşlar, renk renk porselenler, çatallar, bıçaklar ne ararsan çıkıyordu bohçasından. Sanki ayaklı Sümerbank mübarek!

Anlaşılan sıra çay takımlarına gelmişti. Kirli beyaz parşömen kağıtlara sarılmış porselenler tek tek açılıyor, itina ile gösteriliyordu. Annem porselenleri evirip çevirip kusur veya kırık arıyordu. Yoktu valla; her şey gıcır gıcırdı. Sonra yine aynı itina ile porselen kaseler, tabaklar tek tek kağıda sarılıyor içiçe istifleniyordu. Kimi porselenlerin aralarına bir kat çiçekli basmadan konuluyordu. Hani bunca şeyi bu teyze nasıl taşır, nasıl kapı kapı gezdirir aklım almıyordu!? Her defasında da böyle tek tek sunuyor mu tüm mallarını ev sahiplerine?

Annemin yanında kumaşları elleyen, okşayan ancak porselenlere dokunmasına izin verilmeyen kız kardeşim bağdaş kurmuş oturmuş, sıra oyuncak bebeğe gelsin diye bekliyordu.

Aman Allah’ım o da ne! Kırmızı bir çaydanlık, siyah saplı. Pırıl pırıl, ışıl ışıl… Tam benlik!

“Teyze o çaydanlık kaç lira?” diye sordum merdivenlerden.

“Abe çucuk sen maldan anlarmışın meğer, ne göz varmış sen de beya? Nasıl görüverdin te oracıktan! Bulgar emayesidir bu, kardeşim gidip gelir Balkan’a, o da bunları getirir oralardan”

Ben gördüm di’ mi! Anlarım ben malın iyisinden. Hem de Bulgar malıymış. Bulgar neresi bilmem; ama iyi bir yer olmasa, Bulgar malı diye çaydanlığı niye övsün ki kadın. İyi mal demek ki!

İndim aşağı elime tutuşturuverdi çaydanlığı, “Sana 15 liraya veririm paşam. Anana 18’e olur, ama sana 15! Sen de pek yakışıklı çucukmuşsun he!”

Anneme doğru bakarken, çaydanlığa sarılıverdim. Çok güzeldi. Hem de kırmızısı bayrak gibi yanıyordu.

Annem, “Bak bakalım kumbaranda kaç lira var?” dedi. Bir koşu çıktım üst kata açtım baktım başucumda duran kumbaraya. Say say bitmedi, çıka çıka 7 lira kadar çıktı. Çaydanlık ederinin yarısı bile değildi. Süklüm püklüm indim aşağıya, dedim: “Bütün param bu kadar.”

“Söyleyiver anana, koysun üzerine bi’ 5 lira, 12 liradan vereyim sana.”

***
Hep o Hasan’ın ‘supangıle’leri yüzünden. Ne vardı gidip her gün yiyecek, kumbaramdaki bayram harçlığını bitirecek! Hem Veli’nin keşkülleri de, en az Hasan’ın ‘supangıle’leri kadar suçluydu! Recep’in ‘gazos’ları da cabası!

Hasan ile Veli, bizim Şerefiye semtinde, Çark caddesi üzerindeki pastahanecilerdi. Hasan’ın Pastanesi’nin adı sonradan Birtat oldu da, Veli’nin ki neden hep Veli’nin Pastanesi kaldı? Hayret!

Çocukluğum bu iki pastahane arasında mekik dokumakla geçti. Birinin supanglesi, ötekinin keşkülü meşhurdu. Bizim eve yakın olanı Hasan’dı, o yüzden Hasan’ın vitrinini süsleyen supangleleri geçip de Veli’ye gitmem nadir olurdu. Oysa şimdi her yer supangle dolu, keşkülün hakkını verebilen pastahane kalmadı. Keşke Veli’nin Pastahanesi bizim eve daha yakın olaymış da daha çok o hakiki keşkülü yeseymişim.

Keşkül veya supangle, cebimde param varsa üzerine bir top dondurma da koydururdum. Ancak gazoz parasını baştan ayırır, diğer cebime koyardım.

‘Recebin Gazosu’ meşhurdu bizim semtte. Kısa bir süre sonra o ‘gazos dükkânı’ kapandı, Recep’in Gazozu kalmadı piyasada, yerine ‘Neşe Gazozu’ içer oldum. Koçak Bakkaliyesi’nde satılırdı Neşe Gazozu. Her gün bir şişe garanti içerdim. Gazoz yarılandı mı, koş hemen Lüleci Çıkmazı başındaki demir çeşmeden şişeyi doldur ağzına kadar. İşte daha yeni bir şişe gazozum var! Dikkat et, çeşmenin hemen öte köşesi sizin ev, sakın annen görmesin. “Yine mi gazoz aldın sen!” diye azarlar yoksa; içinde ‘sulu gazos’ olduğuna inanmaz, hele seni bir de enselerse orada paralar alimallah. Ne gam! Yine de akşama kadar elimde gazoz şişesi ile gezerdim. Gazoz yarılandı mı, istikamet doğru Demirçeşme’ye…

Yılbaşı geldiğinde de her pastahane sözleşmiş gibi odun-kütük görünümlü yaş pastalar koyalardı vitrinlerine. Hani o zamanın yaş pastaları da şimdikilerin yanında hakikaten odun gibiymiş. Yağlı yağlı, iki lokmada insanın içini bayan, ağır gelen pasta görünümlü bir şeylerdi… Yine de sevinçle yer bitirir, o odun pasta bitmeden uyuyamazdık kız kardeşimle. Sabah kocaman birer karın ağrısıyla uyanırdık tabii…

***
“Al bakalım bu bebek de teee Romanya’dan senin için gelmiş.”

Kız kardeşimin gözleri ışıldadı. Bohçacı kadının elinden bebeği kaptı. Kaç lira diye sormadı bile. Koştu kendi kumbarasını getirdi döktü annemin kucağına. Tam 23 lira çıktı kızın kumbarasından. Yememiş içmemiş, biriktirmiş hınzır!

Bebek 15 liraymış, parası arttı bile!

Ondan artan paradan 5 lira da benim parama eklenmez mi? Öylece verdi valla, aldım çaydanlığımı. Annem de çay takımını aldı kendisine. Ev ahalisi çarşıda pazarda arayıp da bulamayacağını bulmaktan sevinçli, altın bilezikli, altın dişli bohçacı kadın zengin… Herkes mutlu!

Kırmızı çaydanlığımı götürüp, başucuma, kumbaramın yerine koydum. Aylarca durdu orada. Kızkardeşimin bebeği eskimişti bile oynamaktan, benim çaydanlığım yepisyeni duruyordu.

Kış geldi. Karlı bir günde okuldan eve geldim, bir de ne göreyim, benim çaydanlık kuzine sobanın üzerinde tıngırdıyor. Annem ıhlamur kaynatmış. Pek keyiflendim. “İşte çaydanlığımın şanına yaraşır bir kullanım biçimi” diye geçirdim içimden. Anneme bohçacıdan aldığı ve vitrinde duran porselen çay takımında ıhlamurumu içip içemeyeceğimi sordum. İsteksizce kabul etti. Romanya porseleninde, Bulgar çaydanlığında demlenmiş ıhlamur içtim. Ihlamur azaldıkça, gazozdan alışkanlıkla üzerine en özel eşyam olan çaydanlığımdaki ıhlamurdan ilave ettim, Üşenmedim her defasında da limon sıktım içine. Pencerenin hemen önündeki kar manzarasına keyif kattım kendimce. Bazen çay, bazen ıhlamur… Yıllarca… ***
Taa ’99 Depremine kadar en özel eşyam o çaydanlık oldu. Büyüdüm, evlendim; bir sürü eşyam oldu. Ama kırmızı çaydanlığımın yeri başkaydı. Onunla nice kamplar, nice keyifler yaptık. Nice maceralar yaşadık. Sonra depremde kayboldu çaydanlığım; evimi soyan hırsızlar onu da, diğer ne var ne yoksa alıp götürmüştü. Şaka değil; depremde ağır hasar alan evimin parkelerine, kalorifer peteklerine kadar tüm eşyam çalındı. Bir tek resim albümleri ile oğlumun videolarını çektiğim V8 kasetleri bırakmışlardı. Allah’tan deprem olduğunda biz yazlıktaydık da üst-baş eşyamız vardı yanımızda. Ben Silifke’den Adapazarı’na gelene, yıkıntılar arasından evime gidebilecek bir yol bulana kadar, hırsızlar ne var ne yok götürmüştü bile. Apartmanın ilk iki katı zaten yok olmuş, çatısı kaymış, bina 20 derece kadar yan yatmış, ağır hasarlı… Kapı baca hep açıktı. Her gün biraz daha yatan bina bir artçı ile tamamen yıkıldı gitti.
Bir kışı çadırda geçirdim depremden sonra. Her şeyim vardı da, bir tek çaydanlığım eksikti. Keyfim yoktu… Ne özlüyordum o çaydanlığı bilemezsiniz. Sonrasında nice çaydanlıklar geldi geçti hayatımdan, hiç biri onun yerini tutamadı. Kız kardeşim başka bir çaydanlık almış getirmiş. Olmadı, yine olmadı. Eşyalarımla aramda hep bir çeşit bağ kurarım. Kolay kolay vazgeçemem alışkanlıklarımdan.

Bana, o çaydanlıktan geriye bir tek çay tiryakiliği kaldı. Elimde çayla beni hemen hemen her yerde görmek mümkündür. Bu güne kadar bana ikram edilen hiçbir çayı reddetmedim. Çaydanlığımın hatırı büyük. Çaydanlığıma saygım sonsuz…

***
Nitekim, şu sokağa çıkma yasaklarında ben mütemadiyen yazıyorum. O bile bir alışkanlık oldu şimdiden. Bu sokağa çıkma yasağının yazı konusu da “kırmızı çaydanlığım” oldu.

“Görselde neden mavi çaydanlık var?” derseniz, “Başka hiçbir kırmızı çaydanlık benim çocukluk, gençlik çaydanlığımın yerini alamaz, asla alamayacak; ondandır” derim.

Siz benzer bir çaydanlığın mavisiyle idare edin gayri. Ben idare edemem!

Her şey o kırmızı çaydanlığı görmemle başladı... İzcilik de dahil...

Yorumlar

Popüler Yayınlar