KÜLTÜREL-SANATSAL İŞLER
“Sakarya Sanat Galerisi” adı verilmişti eski TZDK (Türkiye Zırai Donatım Kurumu) fabrika yemekhanesine, TMO’dan (Toprak Mahsulleri Ofisi) geriye kalan “Ofis Sanat Merkezi” ile aynı dönemde peş peşe açıldılar. Şehrin bir anda iki sanat galerisine birden kavuşacağını ilk duyduğumuzda çok sevinmiştik. Öyle ya; deprem sonrasında yıllardır patlamış mısır kokan, sinema fuayesinden bozma galerilerde açılan sergilerle yıllarımızı geçirmiştik. Bu habere biz sevinmeyecektik de kim sevinecekti!
O kadar sevinmişim ki sosyal medya üzerinden Sakarya Sanat Galerisi’ne merhum Mustafa Tömekçe’nin adının verilmesini önermiştim. Hatta bu önerimi yerel gazete ve televizyonların sorumlu müdürlerine de yazarak kamuoyu oluşturmak istemiştim. İlgilenilmedi!
Ancak daha sonra Kent Orkestrası’nın (Yoksa Belediye Bandosu ya da Mehter Takımı mı demeliydim? Hepsi aynı insanlardan oluşan topluluklar olunca pek bilemedim.) çalıştığı Sakarya Sanat Galerisi’nin bitişiğindeki, yine bir TZDK mirası olan bina konser salonuna dönüştürülürken, oraya şehrin yetiştirdiği sanatçılardan birinin ismini verme fikri, yeni bulunmuş gibi ortaya atıldı. Hatta sosyal medya üzerinden yapılan bir anket ile başkanlıkça uygun görülen olası isimler halkoylamasına sunuldu ve salona kazananın adı verildi. “Ziya Taşkent Konser Salonu” adıyla açıldı. Tabii ki hemşehrimiz Ziya Taşkent’in adını aziz halkımız radyo ve televizyonlardan sık sık duyuyordu ve kulak aşinalığı bir hayli fazla olmalıydı. Fakat yaşamının son zamanlarında görme duyusunu hepten yitiren Mustafa Tömekçe ile bir göz aşinalığı yoktu aziz halkımızın ve haliyle yerel temsilcilerinin de yoktu.
O sıralarda önerimi bir tık öteye taşımış, “Mustafa Tömekçe Sanat Galerisi” önerimin yanına, yeni açılacak Güzel Sanatlar Lisesi’nin adının da “Hüsnü Gürsel Güzel Sanatlar Lisesi” olmasını önermiştim sosyal medya üzerinden ulaşabildiğim yetkililere. Neticede merhum Hüsnü Gürsel’i tanımayan, kendisini ve şehrin sanat yaşamına katkılarını bilmeyen bir yönetici yoktu şehrin belediyelerinde veya valiliğinde. Önerim pek değerli bulundu. Fakat ne ilginçtir ki, Güzel Sanatlar Lisesi de “Sakarya Güzel Sanatlar Lisesi” adıyla açıldı. Önerimle yine ilgilenilmemişti. Kesinlikle ilgileneceklerini düşündüğüm dernekler ile esnaf ve ticaret odaları da ilgilenmemişti. Pek değerli önerimin, değerini verebilecek bir yetkili çıkmadı, çıkamadı.
Bu arada hemen belirteyim her iki önerim
de hâlâ geçerlidir. Kurumlar orada, isimler burada… Kim ilgilenirse artık!
***
1989’da Süleyman Gürsoy tarafından açılan Sakarya Sanatevi’nden önce Adapazarı’nda değil sanat evi, sanat atölyesi kavramı dahi yoktu. 1990’ların başında Sakarya Sanatevi, Şerefiye semtinde bir ön sokağa taşınıp görünür olunca, sanatsal sergilerin açılabileceği bir galeri kısmı da düşünülmüştü. Açılış kurdelesini Adapazarı Belediye Başkanı Ünal Ozan kesti. Yeni yapılan belediye binasına asmak için birkaç tablo satın aldı. Her sergiden birkaç tablo alarak belediyenin duvarlarını renklendirmeyi umuyordu. Sergi bitiminde satın alınan tabloları belediyeye götürür, Ünal Başkan’a denk gelirsek birer çayını içerdik. Avukat idi; ama sanattan da, sanatçıdan da bizimle konuşabilecek kadar anlardı. Bense, şu yaşıma geldim, hâlâ hukuk sistemi veya avukatlık üzerine konuşacak kadar bilgim yoktur. Sanat herkes için sanattır da, hukuk öyle değil sanki! ’99 Depremi Sakarya Sanatevi Galerisi’nin sonu oldu.
Atatürk Parkı’nın orta yerine, 1980 askeri rejimi zamanında yaptırılmış, fakat sola doğru yatmaya başladığından bitmeden bırakılan anıt yapıyı kurtarma çalışmalarına yine Ünal Ozan başkanlığındaki belediyenin önayak olmasıyla yapının yan yatması durduruldu mu bilmem ama basık tavanlı zemin katında Devlet Güzel Sanatlar Galerisi açılmıştı. Peş peşe kaliteli plastik sanat sergileri açılmaya başlandı.
Kambersiz düğün olmaz, ben de Devlet Güzel Sanatlar Galerisi Koruma Kurulu’nda görev almıştım. Koruma kurulları kaldırıldı, dernekleşmek lazımdı. Sakarya Güzel Sanatlar Galerisi Koruma Derneği kuruldu, ben de ilk genel kurulda yönetime girdim, iki dönem çalıştım, başkan yardımcılığı yaptım. Tabii ki başkan, galerinin müdürlük görevini yürütmekte olan ressam arkadaşım Oğuz Aydın idi. Bu eğreti/garabet yapı ’99 Depremi’nde yıkıldı, ortada galeri filan kalmadı. Oğuz Ankara’ya geçici görevlendirme ile gitti, bir dönem Kültür Bakanlığının bilirkişiliğini yaptı.
Koruma derneğinin çalışmaları durmadı, 5-10 kişilik bir ekip derneğin sorumluluğunu üstlendi. Deprem sonrası yaşanan o karışık dönemde derneğin açtığı resim-fotoğraf kurslarına rağbet fazla oldu. Dernek adını Sakarya Güzel Sanatlar Derneği (SAGÜSAD) olarak değiştirdi. Birkaç adres değiştirse de SAGÜSAD çalışmalarını fotoğrafçılık ağırlıklı olarak halen sürdürüyor, bir sergi salonları da var. Adapazarı Fotoğraf Amatörleri Derneği (ADAFAD) gibi SAGÜSAD’da da fotoğrafçılık üzerine slayt gösterileri sık sık yapılıyor.
’90’ların sonuna doğru Atatürk Bulvarı üzerinde yer alan Akbank’ın üst katı tamamen bir modern sanat galerisi olarak düzenlendi ve Akbank Sanat Galerisi adıyla hizmete girdi. Burada birkaç tane İstanbul’dan getirilen üst seviyede sergi açıldı, hele biri heykel sergisiydi ki, görülmeye değerdi. Sakarya’da daha önce heykel sergisi açıldığını ben hatırlamıyordum. Mustafa (Tömekçe) hocam sağ idi o zamanlar, ona sordum; başlı başına bir heykel sergisinin Adapazarı’nda daha önce hiç açılmadığını söyledi. Bu güzel galeri de ’99 Depremi’nde kapandı gitti.
Depremde yıkılan Orduevinin yerine, belediye tarafından Deprem Kültür Müzesi yapıldı, yıkıntı görünümlü binanın yeterli sayılabilecek bir bölümü de sergileme alanı olarak ayrıldı. Hem SAÜ Vakıf Koleji’nin, hem Şahin Okulları’nın yıl sonu sergileri için orayı çok kez kullandım. Velilerim tıklım tıklım doldurdu, pekçoğu her gün önünden geçtikleri Deprem Müzesi’ne ilk kez geliyordu. Karma öğrenci sergisi açılışlarına, okul idareleri tarafından Vali, Kaymakam, Belediye Başkanı, Tugay Komutanı, Rektör, İl Milli Eğitim Müdürü, Şube Müdürü, Mütevelli Heyeti filan davet edilince kurdele kesmek, ister istemez farz oldu. Fakat kurdeleyi kesenler, sergi defterinin ilk sayfalarını yazmadan gittiler, evrensel/sanatsal usulü bilmiyorlardı ve bunu da benden öğrenecek değillerdi. Benim de öğretmeye niyetim yoktu. Deprem Kültür Müzesi, kısmen yer altına yapılmıştı. İyi de burası Adapazarı! Burada tavuk eşelense yerden su çıkar! Bir zaman sonra müze rutubet içinde kaldı. Bakım götürüsü, kültür getirisinden daha fazla olmalı, orta hasarlı sayılabilecek durumdaki müze öylece terk edildi. Kapı kanatları birbirine zincirlenmiş, koca bir kilit basılmış haldeydi en son gördüğümde.
Derken depremin açtığı fiziki yaralar kapandı, eski Halkevi, eski Ticaret Lisesi, eski Halk Eğitim Müdürlüğü, eski Defterdarlık olarak elden ele yapılan tarihi bina, depremden sonra bulunan kaynak ile bir güzel elden geçirilince Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’ne tahsis edildi. Oğuz Aydın asıl görevine geri döndü, fakat bu dönemde daha çok atölye çalışmalarına ağırlık verdi. Zira bina küçüktü, DGSG olmaya, sergi açmaya uygun değildi, galeri için daha büyük bir bina, daha geniş salonlara ihtiyaç vardı. Ayrıca eski yapının bakım masrafı da bir hayli yüksekti. DGSG’nin buna ayrılmış bir bütçesi yoktu, DGSG’ni Koruma ve Yaşatma Derneği olarak kurulan dernek de artık başka bir boyuta geçmişti. Belediye, Büyükşehir Belediyesi olunca, ilk iş olarak tarihi Halkevi binasını hukuk mücadelesi ile geri aldı, Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı yaptı. Oğuz daha büyük-geniş bir yere geçmeyi hayal ederken, uygun bir yer bulunamayan Sakarya DGSG, bakanlık tarafından kapatıldı, kadrosu dağıtıldı. Geçmiş olsun...
***
Sakarya Sanat Galerisi’nin açılışı, açılışa topluca giden ben ve öğrencilerim açısından sorunlu oldu. Açılış öncesine bir müzik programı konulmuştu, üstelik açılışta kurdele kesecek olan protokol, açılış saati geçtiği halde gelmemişti. Sanırım davetli protokolün onuruna verilen öğle yemeği çok keyifli geçiyordu ki epey uzamıştı. Müzik programının başlamasını, bitmesini ve ardından açılışın yapılmasını beklerken tam tepemizdeki yaz güneşi davetlileri kavuruyordu. Çimlerin üzerine yerleştirilmiş bistro masalar vardı, ancak müzik programı bitmeden su veya meşrubat servisi yapılmaması söylenmiş. Çaresiz o sıcak yaz gününde açılışı beklemeden, kendimizi içme suyu ve atıştıracak bir şeyler bulabileceğimiz başka bir mekâna atmıştık. Dondurma yiyerek uzaktan açtık biz orayı.
Birkaç güzel sergi peş peşe açıldı orada, ancak altı-yedi ay sonra gidişimizde durumlar ilk baştaki planlamaya göre değişmişti Sakarya Sanat Galerisi’nde. SAMEK’çiler galerinin alt katında kendilerine ayrılan bölüme sığmamış olmalı üstteki galeri katını da kafalarına göre kullanır olmuşlardı. Galerinin bir yanı da felsefi dersler yapmak için bölünmüştü. Galerinin ana kapısı açılış kokteylleri haricinde kilitli tutuluyor, girişler arka tarafta bulunan kapıdan, kafeterya bölümünün içinden geçerek yapılıyordu. Yine de gidip geziyorduk açılan sergileri. En son iki yıl kadar önce, bir cumartesi günü, oradaki bir sergiyi görmek için izcilerle gittiğimizde, sergi ziyaretçilerine kafeterya hizmeti vermesi gereken yerde birkaç kadının tencere yemekleri pişirdiğini gördük, belki de sadece evden getirilen yemekleri ısıtıyorlardı, bilemiyorum. Biz de her zamanki gibi orada biraz oturup dinlenmek ve içerideki sergi üzerine aramızda konuşmak istedik. Çünkü o konuşmamızdan sonra izcilerin bilinçlenmiş olarak sergiyi tekrar gezmesi gerekiyordu ve ondan sonra da eski-yeni izlenimleri arasında kıyaslama yapmalarını isteyecektim. Ancak orada yememeleri gereken önlerindeki yemekleri âdeta bir altın günü bağrış-çağrışı içinde kurulu sofradaki tabaklara pay etme telaşında olan on kadar sivil giyimli kadın ve üniformalı bir güvenlik görevlisi, kafeterya bölümünün SAMEK öğrencileri için ayrılmış özel bir mekân olduğunu, bizim orayı kullanamayacağımızı ve mekândan dışarı çıkmamızı istediler. “Buranın müdürü kim?” dedim, “Buranın müdürü benim” dedi içlerinden bir kadın, Müdire Hanım oluyormuş kendisi. Biz dışarı çıkınca, arka kapıyı da içeriden kilitlediler. Merdivenlere oturup tamamlamaya çalıştık izci ünite çalışmasını. Bir daha gitmedik oraya, sanat ve izcilik programlarımızdan çıkardım.
Daha iki ay kadar önce de güzel sanatlara hazırlık öğrencilerimle şehir, çevre ve perspektif dersi gereği açık alanları ve büyük yapıları (tren istasyonu, otobüs terminali, pazaryeri, çarşı vs.) çalışırken, geniş bir iç mekân görsünler için Ofis Sanat Merkezi’ne de girdik. Daha önceki turlarımızda da hep gidiyorduk Ofis Sanat Merkezi’ne. Adı sanat merkezi olan bir sanat galerisine ziyaretçi gelmesine şaşıran (şaka değil) bir resepsiyon görevlisiyle hayatımda ilk kez karşılaştım. İlk kez bir sergi salonuna girişte, “nereden ve ne amaçla geldiğimiz” soruldu; onu da gülümseyerek cevaplamaya çalıştım.
“Galeri bölümünde eski Adapazarı
fotoğrafları” var dediler. Sık sık gittiğim bir yer olduğu için bilirim: Programda bir sergileme olmadığı zamanlarda galeri boş kalmasın diye, normalde asma katta daimi olarak sergilenen eski Adapazarı fotoğraflarını ana
galeri bölümüne asarlar ki galeri boş kalmasın. Dijital teknoloji ile basılmış büyük boy fotoğraflar sıvanmış panolardır bunlar, ancak sergilene sergilene epey
eskimişlerdir, kimisinde kırışıklık, solgunluk, kimisinde sarı sarı su akma lekesi vardır.
Yıllardır indire-bindire yıpranıktır halleri. Sanırsınız ki bu panolar, üstlerindeki tarihi Adapazarı görüntülerinden daha eski, daha orijinal, hatta antika değerinde.
Tıklım tıklım dolu pazara-markete girerken, minibüse-dolmuşa binerken sorulmayan HES kodlarımız dışarıdan boş görünen Ofis Sanat Merkezi binasına girerken istendi. 10 dakikada zor tamamladık işlemi, zira çocukların çoğunun telefonlarında internet kotası bitik olduğundan cep telefonlarındaki uygulamayı açıp kodlarını gösteremiyorlardı. Anneler-babalar arandı, kodlar alındı, görevliye verildi; vücut ateşlerimiz de ölçülüp nihayetinde girebildik içeri. Fakat içeride bir galeri kalmamış ki, halı atölyesine dönmüş ortalık. Koca koca halı örgü tezgâhları kurulmuş galeri alanının bir yarısına, 5-10 kadın oturmuş Balıkesir yöresi motifli halılar dokuyordu. Benim orada oldukça dağınık ve düzensiz bir ortamla karşılaşmaktan duyduğum rahatsızlıktan inanın çok daha fazla olarak, onlar bizi orada görmekten rahatsız oldular. Çocuklar anlattığım konu gereği birkaç geniş iç mekân fotoğrafı çekecek oldu, izin verilmedi, “çekemezsiniz” denildi. Anladığım kadarıyla o kadınlar, orada görünmekten çekinen ve profesyonel mantıkla çalışma derdindeki emekçilerdi. Zira gördüğüm ortam bir zanaat edindirme kursu ya da Geleneksel Türk El Sanatları ders düzeni değildi. Yoksa bizden neden rahatsız olsunlar, neden çekinsinler! SGK veya vergi müfettişi değiliz ya! 15 dakika geçti-geçmemişti ki güvenlik görevlisi, “ziyaret süresinin pandemi dolayısıyla sınırlı olduğunu, süremizin dolduğunu galeri bölümünden çıkmamız gerektiğini, dükkân kısmından alış-veriş yapmak istersek yalnızca o bölümde kalmamıza izin verebileceğini” söyledi. Anlaşılan para her kapıyı açıyordu da, bizim paramız olsa bile oradan almak isteyebileceğimiz nitelikli bir eser/iş görünmüyordu. Kısacası buradan da kovulduk. Ben daha oraya da gitmem, kimseyi de götürmem!
İstanbul’un en büyük, en ünlü, en
tarihi, özel ya da kamu müze ve galerilerine yılda üç-dört kez eğitim amaçlı
kültür-sanat gezileri yaparız. Bu gezilerde müzede yerlere oturur desen
çalışırız, kafeteryalarında oturur, oradan sadece içecek satın alır, kendi yanımızda
getirdiklerimizi ortalığı katıp katıştırmadan sessizce yeriz. Gün boyu hem eğlenir, hem
kültürle-sanatla yükleniriz. İstanbul Bienali gibi büyük etkinlikler için önceden
randevu alarak gittiğimizde bize rehberli tur hediye ettikleri de olur. Kimi
özel müzelerden öğrencilerime/izcilerime çeşitli eşantiyonlar hediye edilir. Neticede bize kendimizi özel hissettirirler oralarda. İstanbul kazan, biz kepçe oradan oraya koşturmaktan yorgun ama dimağlarımız dopdolu, mutlu-mesut döneriz Sakarya’ya.
***
Geçekten dönelim mi Sakarya’ya!?
Adapazarı kültür-sanatına hizmet vermesi gereken mekânlarda yaşanan işte o ahbap-çavuş ilişkileri ile ya da ben yaptım oldu mantığı ile ortaya çıkan yakışıksız görüntü ve uygulamalar sonucunda Sakarya’da sanatın evrensel kültürünü yaşatmak ve temel sanatsal estetik değerleri oturtmak pek zordur. Sakarya’da bir sergiye gidecekseniz sadece açılışlara gideceksiniz ki size itibar edilsin. Hemen sizi
en öne alırlar, şehrin önde gelen yetkilileri veya görevliler sizi orada görmekten duydukları büyük mutluluğu dile getirirler. Fakat o
yetkililerin orada bulunmadığı sıradan bir günde ve sıradan bir saatte gitmeniz görevlilere rahatsızlık verir. Hele bir de yanınızda bir araba dolusu çocuk götürüyorsanız…
Açılış kokteyllerinde ise hep aynı tip koyu renk takım giysili insanlar vardır. Bakmayın kokteyl dediğime, alkollü içecek yoktur ortamda ve kokteyl saati hep 17.00’dır. Bir tek sanatçı(lar) değişir. Sağdan say 40, soldan say en fazla 41 kişi. Benzer sözler sarfedilerek sergi açılır. Hep aynı kişiler ortadaki bistroların çevresinde öbekler halinde toplaşır, yer-içer, kendi aralarında sohbet ederler. Fakat konuşulanlar ne o sergi hakkındadır, ne de sanat! Açılışa farkındalık yaratan hiç bir ekstra sanatsal aksiyona yer verilmez. Performans sanatçılarının kulakları çınlasın!
Sergi kurdelesini kesen kim(ler)se, eser sahibi sanatçı(lar) on(lar)a sergiyi gezmelerinde refakat eder. Başka illerde en az kırk kez açılmış gezgin bir sergi için neden Sakarya durağında ilk kez açılıyormuş gibi kırmızı kurdele kesilir; hiç bilmem. Sanatsal faaliyetler öncesinde kurdele kesme merakı bana pek anlamsız ve trajikomik gelir. Neyse, toplu-topsuz basına servis edilecek fotoğraflar görevlilerce çekilir ve en çok 1 saat sonra dağılınır. Zira mesai saati(!) bitmiştir. Memurluktan kaynaklanan zoraki sanatseverlik saat 18.00’i vurdu mu sona erer. 2-3 hafta sonra serginin adı, sergilenen eserler değişir ve sanatçı(lar) da farklıdır ama açılışa davet edilen kişiler ve işleyiş öncekilerle bire bir aynıdır. Neredeyse aynı gruplar, aynı yerdeki bistrolarda öbeklenirler.
Sırf bu açılışlardaki yüzeyselliği, sıradanlığı görmemek, oradaki “hiç çekilmeyen gerçek fotoğrafa” girmemek için açılışlara gitmeyi bırakmam çok oldu. Kamuya ilan edilen sergi süresi içinde ve herhangi bir saatte giderim Adapazarı’nda açılan sergileri görmeye. Genellikle açılışın ertesindeki iki gün içinde giderim, göstermeye değerse çocukları toplar yine giderim. Nedense galerilerin aydınlatma ışıkları hep kapalı olur, ben galeriye girince de açmazlar; açılmasını talep ederim, ışık yetkilisini(!) bulamazlar. Uzatmam ben de...
Karanlık bir kuyumcu vitrininde
ışıldamayan işlemelerin üzerindeki ince ustalığı görmeye çalışırcasına sergideki eserlerin detaylarını
görmeye, seçmeye çalışırım. Oysa sanat galerileri ışıl ışıl, pırıl pırıl
olmalıdır. Fonda insana huzur veren bir müzik olmalı, açılış kokteyllerinde ise
canlı müzik daha hoş olur; kuartet mi yok memlekette! İnsanlar aralarında alçak
sesle sohbet etmeli, sohbetin konusu o sergideki eserler, sanat akımı veya
kullanılan teknik merkezinde olmalı. Sanatçının özel yaşamından, insani
ilişkilerinden kime ne; biz dedikodusever değiliz ki, sanatseveriz. Kime ne
ikramlardaki kanepelerden hangisinin daha lezzetli olduğundan; bırak
beleşçiliğin kendine kalsın, ye bitir hepsini. Kime ne!
***
Yahu kim bir kütüphaneye gün içinde
gidilmesinden rahatsızlık duyar dünyada? Onu da gördüm Adapazarı/Sakarya’da.
Haydi, o da başka bir yazının konusu olsun. Bu yazı yeterince can sıkıcı oldu
zaar.
***
Tabii güzel şeyler de yok değil şehirde!
Öğrencilerle çıktığımız şehir-mekân turlarında Uzunçarşı ile Bakırcılariçi
arasında kalan dar sokakta bulunan Furkan Çay Ocağı’nda nefeslenir, ikram
edilen çayları içeriz. Galeride, kütüphanede görmediğimiz ilgiyi orada
fazlasıyla görürüz.
Can sıkıcı başka şeyler de olur:
Ellerimizde ölçülere bölünmüş kadraj kartonları ile Katlı Pazaryeri’ne
girdiğimizde gereksiz bir “sulu ilgi” gösterir pazar esnafı, izzeti ikramda da
bulunmazlar. Önden yürüyen kız öğrencilerin ardından esnafın bağırarak
söylediği yakışıksız sözleri genelde duymazdan geliriz. Zorla kulağımıza
sokarlar bazen, o zaman göz göze geldiğimizde söylediği sözden dolayı yüzü
kızaranı da vardır, hiç aldırmadan sırıtmaya devam edeni de.
***
Sakarya’daki eski tarihi yapıların
restore edilmeleri gerçekten çok çok sevindirici. Bu restorasyonların yanı
sıra, çocuk ve gençlerin eğitimi, dimağlarının gelişimi açısında son derece
önemsediğim bu galeri, kütüphane gibi ortamlardaki işleyişleri de restore
etmek, elden geçirmek şart. Kısa sürede, günün her saatinde galerilerin galeri,
kütüphanelerin kütüphane gibi kullanılacağı, halkın her kesimine saygı duyulan,
herkese yardımcı olunan bir Adapazarı ve Sakarya oluşturulacağından eminim.
Mevcudu düzeltmek ve üst seviyede sanatın halka sunulmasını sağlamak şimdilik
yeterli olacaktır. Ama tabii Sakarya Sanat Galerisi ile Ziya Taşkent Konser
Salonu’nun tam karşısında yer alan ve şimdi AKOM tarafından kullanılan sahaya
yapılacağı söylenen çok katlı Büyükşehir Kültür ve Sanat Merkezi’ni de bir an
önce tamamlamak gerekir. Çünkü nüfusu milyonu aşan bir şehrin katlı otoparklar,
uçak restoranlar, restore edilen tarihi binalar kadar, modern ve işlevsel
kültür-sanat yapılarına da ihtiyacı vardır.
Şimdiden Büyükşehir Kültür-Sanat Merkezi’ne bir isim koymak lazımsa önerebilirim. Cepte hazır! Bu şehrin tanınmış başka ak saçlı sanatçıları da var. Hele hele bitirme tezi “Muhsin Ertuğrul” üzerine olan, yüzden fazla hikâye yazmış, akademik-edebi çalışmalar yapmış ve SAÜ’den kendisine fahri doktora verilmiş Necati Mert’in adı böyle bir kültür-sanat merkezine çok yakışacaktır. Ayrıca Sait Faik’ten çok daha Adapazarlı’dır, merkezdekilere parmak ısırtan bir taşralıdır, yerlidir, hemşehrimizdir.
Hani bir de şu Şehir Müzesi (Orhan Camii civarındaki eski Türk Ticaret Bankası Merkez Şube binası), açık ve kapalı alanlardan oluşan Tarım Müzesi (Pamukova-Geyve arasında) ve Sait Faik Parkı (Heykel nereye taşınırsa, orası otomatikman Sait Faik Parkı olacaktır.) konuları da var. Bakarsınız şu Sakarya kenarındaki Sakarya Park’ta da Gaziantep’tekini aratmayan bir hayvanat bahçesi açılır. Bakarsınız şehirde faal durumda olan katlı otoparkların yanı sıra Atatürk İlkokulu yerine yapılacağı söylenen katlı otoparkın zemin katları kültür-sanat faaliyetleri yapılsın için uygun şekilde tanzim edilir. Semerciler mahallesinde belediye eliyle yaptırılan yeni imam hatip okulunun plan-projesinde yer alan ve arka bölümdeki bina olarak görünen kültür merkezinin de amacına uygun kullanılacağını umuyorum. Zira nüfusu 1 milyonu aşan Sakarya’nın kültür-sanat hayatı açısından silkinmesi, çocuk ve gençlerin dimağlarını geliştirecek faaliyetlere imkân sağlanması şart. Kültür54, Sanat54 projeleri acilen yapılmalı, hayata geçirilmeli.
Kültür-Sanat dünyası, bir büyük umut dünyası…
Haydi bakalım! Daha yenilecek yedi fırın
ekmek var!
Yorumlar
Yorum Gönder