KARANTİNA GÜNLÜĞÜ (2. Ay)

31. Gün
OT markalı son icadım(!):
Milimetrik kesim tahtası; obsesif ahçıların ilk tercihi.

Uyuşuk geçen 30 günden sonra dün ne oldu bilmem...

Bir aydır sesi sedası çıkmayan yabancı ülke izcilerinden peş peşe mesajlar aldım. Şili, Arjantin, Venezuela, Ekvador, Meksika, Gana, İspanya, Portekiz, Birleşik Krallık, Belçika, Almanya, KKTC, Ermenistan, Hindistan, Nepal ve Türkiye'den WOIS üyesi izci liderleri ile görüştüm.

Hareketsiz kalmaktan şikayetle, TİB COTA-ROTI ve İletişim Komisyoneri Coşkun Pınar önderliğinde cumartesi günleri düzenli olarak YouTube üzerinden başlattığımız ve dört haftadır başarıyla sürdürülen "uzaktan izcilik" çalışmalarının çok uluslu ortamda nasıl yapılabileceği soruluyordu. Herkesten çeşitli fikirler geldi.

Baktım olacak gibi değil; son günlerin modası olan telekonferans yapma daveti çıkardım tüm WOIS üyelerine. Cuma akşamı Hindistan'da gece saat 22:30 iken, Meksika'da sabah saat 10:00 olacak ve herkesin katılabileceği şekilde bir telekonferans saati belirledik. Telekonferansı önümüzdeki cuma günü, Türkiye saati ile 20:00'da yapacağız. Sistem 500 kişinin katılmasına müsaade ediyor, biz 30 katılımcı bulsak yeter de artar bile...

Böyle olunca gün boyu bilgisayar üzerinden beyin fırtınası halindeydim. Yüzümde mutluluk ifadesini gören eşim de mütebessim bir ifadeyle baktı bana ve bulaşık makinesini boşalttırmadı, fakat soğan doğramaktan kurtulamadım.

Hayır, doğradığım soğanı da beğenmiyor! İlk günlerde sesini çıkartmıyordu, fakat her geçen gün "soğan doğrama kriterleri"ni aşama aşama artırdı. Birileri büyük, birileri küçük oluyormuş, hepsi aynı boyutta olmalıymış ki pişerken hepsi eşit pişsin.

Cetvelli bir sebze doğrama bıçağı bugüne kadar icat edilmediyse ben bunu icat etmeye talibim... Hatta belirlenen standart dışında bir kesim yapılacak olduğunda kırmızı bir ikaz ışığı yanmalı, istenirse dit-dit-dit şeklinde bir alarm sesi de eklenebilir. Sap kısmında, ütüler de olduğu gibi bir ayar düğmesi olmalı. Lazer ile uzaktan ve milimetrik olarak ölçmeli kesim aralığını.

Sebze doğrarken milimetrik farklılıklar olmamalıymış; Canım Eşim öyle diyor... O diyorsa doğrudur; hele bir aksini iddia etsem, mahkeme mahkeme süründürür maazallah.

Tabii milimetrik kâğıt gibi, üzerinde milimetrik kareler bulunan bir kesme tahtası çok daha pratik bir çözüm olabilirdi. Bunu da yaparsam yine ben yapardım. Hemen giriştim işe...Tescilini (!) alacağım.

Ev ekmeği konusunda günlerdir harikalar yaratıyor eşim. Ekmeğin gözenekleri gayet dengeli. Gerçi bir iki gözenek yarım milimetre kadar daha büyüktü, fakat 1 milimetreyi aşmadığı için şimdilik standartlarımı karşılıyordu. Yemeğin suyuna bandım, gayet güzel emdi yemeğin suyunu. Sandviç yaptım, pamuk gibi yumuşacık oldu; çocuklar çok sevdi. Tost yaptım, çıtır çıtır oldu, bayıldım. Kısacası, eşimin üretimlerinde ona misilleme yapacak milimetrik bir kusur bulamadım. Araştırma ve deneylerime devam ediyorum...

Bakalım bugün yapacağım hamburger testinden de başarıyla geçebilecek mi? Eğer dün yaptığı hafif tatlı paskalya çöreğinden/ekmeğinden hamburger yaparsam kesin geçemeyecektir. Umudum geçemeyeceği yönünde. İnşallah!

Çocuklara da küçük birer hediye filan mı alsam. Belki daha bi' benden yana taraf olurlar. Zira bu son şansım...

***
32. Gün
Andy Warhol, Campbell's Soups, 1962, kâğıt üzerine baskı

Güneşli sıcak bir gün oldu. Karga tüm gün yuvasındaydı. Eğer bu kargayı kılavuz alacaksam vay halime...

Hafta sonu yine sokağa çıkmak yasakmış ya, "Ne olur ne olmaz erkenden tedarik edelim ihtiyacımızı" dedim ve markete gitmeye pek istekli olmayan eşimin gözünü iyice korkuttum. Böylece birlikte markete gidip, evde eksilenleri yerine koyduk. Zaten marketten başka gidecek bir yer de kalmadı şehirde...

Milletimiz genel olarak alışmış sosyal mesafe bırakmaya; duruma alışamayanlarsa, nedense hep gelip benim dibimde bitiyorlar. Ben uzaklaştıkça üstüme üstüme gelenler bile olmadı değil. Herhalde bunlar "embesil" olarak isimlendirilenlerden. Bu iki ayaklı virüsleri isimlendirecek başka bir söz bulamıyorum. Resmen köşe kapmaca oynadık markette.

Bir de evde kalmaktan sıkıldığı için gerçekten ihtiyacı veya işi olmadığı halde sokağa çıkanlar ve gidecek yer bulamadığı için market market gezmeye gidenler türemiş. Sanırsınız ki bunlar o marketin gizli güvenlik görevlileri. Sergi-galeri gezer gibi ağır çekim hareketlerle dolanıyorlar reyonlar arasında. Raflardaki ürünleri âdeta sanat eseri gibi dakikalarca seyrediyorlar. Market arabası ya da sepeti yok ellerinde. Bir elleri çenelerinde, bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyorlar ve ürünlerin ambalaj detaylarını yakından-uzaktan analiz ediyorlar.

Çevremdeki profesyoneller, 30 yılı aşkın bir zamandır, grafik tasarımdan anladığımı söylerler. Ayıptır söylemesi; bir ürünün kalitesini, pazarlama stratejisini ambalajına bakınca anlarım ben. Birçok insanın hiç dikkat etmediği ya da anlamını bilmediği için önemsemediği ambalaj üzerindeki minik ikonların anlamlarını iyi bilirim. Benim de -yeni bir ürün ambalajı tasarlama işi aldığımda- markete gidip rakip markaların benzer ürün ambalajlarını araştırıp, incelemişliğim vardır. Ambalajın renginden, üzerindeki yazı karakterinin türünden hedef kitlesini rahatlıkla tespit edebilirim. Yani koyun beni bir markete, ürün ambalajları üzerine sabaha kadar kıyaslama yapabilirim. İşim bu!

"Üstadım bu ürün hakkında siz ne düşünüyorsunuz?" sorusuna asla muhatap kalmamam lazım. Yoksa ben de işaret edilen ürün hakkında uzun uzun yorumlar yapmaktan korkarım(!). Kendime bu konuda hiç güven(e)miyorum zaar.

Neyse ki eşim beni oradan oraya sürükledi ve bir çabuk çıktık marketten. 15-20 dakika sürmedi, marketi gezmemiz(!).

Bir bahaneyle, "Aa! Nasıl da unutmuşum almayı, sen otur arabada ben bi' koşu alıp geliyorum şimdi." diyerek markete tekrar girme isteği vardı içimde. Fakat karantina günlerinde olduğumuzdan cesaret edemedim. Gözüm arkada, kös kös döndüm eve...

Camiye girerken şadırvanda abdest alır gibi, eve girerken de kapıda kolonya ile aldık abdestimizi. Ve sokağa çıkma yasağına her daim hazır bir halde karşıladık geceyi.

"Marketler kaça kadar açıktı? Bir gidip baksam mı? Yeni bir şey gelmiş midir?" soruları gece boyunca kurcaladı aklımı...

***
33. Gün
Bedava maske, baldan tatlıdır.

Evet, bu sabah erken saatlerde, Sağlık Bakanlığından yollanan mesajla, "eczaneden ücretsiz maske alabilmesi için" eşimin telefonuna bir kod geldi. Eşim pek bir mutlu oldu bu mesaja, güne mutlu uyandı. Döndüm sırtımı, umursamaz görünerek uyumaya devam edecektim. De artık uyu uyuyabilirsen! Haliyle uyuma taklidi yaptım.

O andan itibaren kendi kendime hayıflandım durdum, "Bana neden yollanmadı?" deyu! İçim içime sığmadı, daraldım.

Aklıma türlü türlü komplo teorileri geldi: "Acaba şundan mı, acaba bundan mı?", "Yoksa devlet beni gözden mi çıkardı?", "Ben korona virüs'e yem mi yapıldım?", "Yoksa ben bir denek miyim?", "Ya da önceki kan testlerinde doğuştan gelen üstün bağışıklık sistemimi tespit ettiler de, ondan mı, 'buna yollamaya gerek yok' dediler?", "Acaba daha başka bir üstün yeteneğim var mı?"

Bir noktaya sabitlediğim gözlerimden Superman gibi lazer ışını çıkarmaya çalıştım. Uçamadığımı biliyorum, onu çocukluğumdan beri denerim. Olmuyor!

Neden bana kod gelmediğini pek bir düşündüm, pek bir üzüldüm..

Kahvaltıda ne yediğimi dahi bil(e)medim. Balkona çıktım olmadı, uzun bir yürüyüş iyi gelir de; şimdi öyle "maske kodu gelmedi" diye dışarı çıkılmaz ki. Hele uzun bir yürüyüş hiç yapıl(a)maz.

Bir düşünün hele: Kodu gelmeyen ben gibi herkes çıkıp sokakta yürümeye başlasak, epey bir kalabalık oluruz ki bu izinsiz bir gösteriye/eyleme bile dönüşebilir. Biri çıkıp, "Maske hakkımız, söke söke alırız!" dese hapı yuttum. Ucunda aleyhte gösteriye önayak olmaktan içeri alınmak var. Zaten hazır cezaevleri de çıkarılan afla boşaltıldı. Boşalan yataklara daha soğumadan yatmak hiç olmaz.

Hoş, şu sıralar evlerin de cezaevinden farkı yok ya! Gardiyanlar sivil giyiniyor hepsi o... Hem cezaevlerinde, "Ayağını kaldır, şimdi de ötekini!", "Sakın yere basma, daha yeni sildim!", "Soğan doğranacak! Önce soy, sonra doğra!" gibi emirler verilmiyordur sanırım. Çıkıp şu yürüyüşe başlasam mı, başlasak mı ey mağdurlar? Eve sığan hayat cezaevine de hayli hayli sığmaz mı? Hem orada volta atmak da serbesttir di' mi? Evde o bile yok!

Tövbe tövbe... Neler düşünüyorum ben böyle!?

Hava yağmurlu olmasaydı gidip Sağlık İl Müdürlüğüne, "Bana neden kod yollamadınız?" diye soracaktım. Fakat liseden sınıf arkadaşım olan Aile Hekimi'miz bile ilaç yazdırmaya gittiğimde aramıza ciddi anlamda bir sosyal mesafe koydu. İl Müdürü kim bilir n'apar? Epey riskli yani... İşin ucunda bir daha hastanelere alınmamak bile olabilir... Korona ortalıkta kol gezerken bunu göze almak benim harcım değil birader!

N'apalım elbet bana da gelecektir bu maske kodu. Kırarım boynumu, oturur beklerim kuzu kuzu.

Akşama kadar bekledim; gelmedi...

Saat 20:00'de evdeki galeri görünümlü salonumuzda bir mini stüdyo kurdum. Sürekli ışık kaynağı filan buldum, koydum karşıma; ki yüzüm aydınlansın, net görünsün. Malum, kızçem öyle yapıyordu, bir gece yarısı canlı yayında arkadaşlarına uzaktan kurabiye yapma konusunda uygulamalı eğitim verirken.

Cuma akşamı "zoom" üzerinden yapacağımız uluslararası telekonferansın denemesi olsun için geçtim bilgisayar başına. Saat 20:15'te başladı deneme telekonferansı, pek çok kardeşim evlerinden bağlandı, âdeta bizim eve konuk oldu. 2 saat 15 dakika su gibi geçti.

Ben hiç konuşmadım, hep dinledim. Zira aklım telefonuma hâlâ gelmeyen maske kodundaydı. Telekonferans boyunca, "telefonuma maske kodu geldi mi acaba?" diye baktım durdum.

Gece yarısı oldu, hâlâ gelen bir mesaj yoktu.

Yatmadan önce, "Şöyle bir bakayım facebook'ta, instagram'da ne var, ne yok" dedim. Bir mesaj gözüme takıldı: "Çocuğuna maske kodu geldiyse telefon senin adına olduğundandır, maskeyi eczaneden sen alacaksın, çocuğuna vermezler" diyordu mesajda.

Aydınlandım bir anda, nura kavuştum... Havai fişekler patladı beynimde, üçüncü gözüm açıldı...

Sadece çocuklarımın değil, eşimin telefonu da benim adıma idi. O halde eşimin telefonuna yollanan maske kodu, bana yollanmıştı! Saat çok geç olmasa, bir sevinç çığlığı atardım. Hatta koşa koşa giderdim nöbetçi eczaneye. De acelesi yoktu. Şimdi bunun keyfini sürme zamanı idi...

Çıktım yine balkona, karanlık ve yağmur altındaki şehrin ışıklarına "adam yerine konulmanın verdiği sonsuz gururla" uzun uzun baktım. Heyt be! Bu ne saadettir!

Eşim, "Haydi yatalım, yarın eczaneye gidip maskemi alacağım" dedi bana kinaye yaparak.

O an da aldı mı beni bir telaş. Nasıl söyleyecektim o maske kodunun ona değil de aslında bana yollandığını? Kadıncağızın ne hayalleri vardı oysa...

Haydi bakalım; uyu uyuyabilirsen! Uyuyor taklidi yaptım yine!

***
34. Gün
Bilgi Kitabı
(Sakız kutusunu kitabın boyutları anlaşılsın için koydum.)

Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir?

Bence ikisi de değil. Hem gezmek, hem de okumak gerek. İyi de evden çıkamayacaksak okumanın da pek bir faydası yok.

Günlerdir evdeyiz, seyrediyoruz âlemi... Belgesel seyretmekten içim dışıma çıktı. Taa Avustralya'dan tutun da Patagonya'daki doğal yaşama dair bi' ton yeni bilgi edindim. İzlediğim yabancı film ve dizilerden Dünya'nın değişik coğrafyalarındaki insanların yaşayışları hakkında fikir sahibi oldum.

Ee! Ne işe yarayacak? Daha evden dışarı çıkmaya cesaret edemezken bildiğim, öğrendiğim bunca yeni bilgiyi nerede kullanacağım? Tamam, bu çağ "Bilgi Çağı" da yerinde kullanıl(a)mayacak bilginin kime ne faydası olacak?

Bu duygu ve düşünceyle uyandım bu sabah. Evden dışarı çıkmadan dünyayı kurtarmayı hayal etmenin Don Kişot'luk yapmaktan farkı yok bana göre! Gördük işte, korona virüs para-pul, güç-makam dinlemiyor. Virüs herkese eşit muamele ediyor. Bağışıklık sistemi güçlü olan yeniyor virüsü, zeki, bilgin ya da zengin olan değil...

İşin ilginç tarafı; "Afrika savanlarında, Sibirya steplerindeki vahşi hayvanlar nasıl besleniyor? Oralardaki yaşam döngüsü nedir?" konusunu iyi bilen ben, bu sabah kahvaltıda ne yiyeceğimi bilemiyordum.

"Gidip simit alayım bari" dedim. "Al valla, çocuklar da özlemiştir" dedi eşim.

"Önce bir saçımı başımı toplayayım, papaz gibiyim" dedim. "İyi olur" dedi.

Telefonum çaldı. Ben de kayıtlı olmayan bir numaraydı, açtım. "Abi evde misin?" diye sordu. "Kimsiniz?" dedim. "Kargon var, evdeysen 5 dakikaya getireceğim" dedi. "Evdeyim, getirin!" dedim. O kadar senli-benli ki Kargo Elemanı, "Acaba yeğenlerden ya da komşulardan biri şaka mı yapıyor?" diye düşünmedim değil...

Eleman gelene kadar saçlarımı çözdüm, fırçaladım. Kapı zili çaldı.

Elinde bir ayakkabı kutusu ile kapıya geldi Eleman. Olsun olsun 19-20 yaşlarında bir delikanlı, sanırım 20 yaş altı sokağa çıkma yasağından yırtmak için günübirlik el atmıştı kargo dağıtım işine. Acaba tanışıyor muyuz? Olur ya, geçmişte öğretmeni filan olmuşumdur belki. Yok tanımıyormuşum. Telefondaki samimiyet yüz yüze gelince kalmadı. Artık o da beni tanımadığına kanaat getirmişti.

Hem nasıl tanısın ki, ben kapıyı açınca arkamdan vuran hava cereyanıyla Medusa'nın saçları gibi havalanmış, kıvrım kıvrım uçuşuyordu saçlarım. Beni kapıda öyle görünce, haliyle tanıdık çıkmaya çekinmiştir çocuk. Korkmuş da olabilir...

Kutu, kalıbına göre epey ağır bir kutuymuş. İzci lideri, değerli bir kardeşimden geliyordu. Da kutu dışarıdan gelmişti... İki ucundan tutup balkona çıkardım. Bir müddet balkonda güneşlenmeye bırakıp ellerimi sabunladım.

Simit fırınına gittim, "5-10 dakikaya simit çıkacak hocam!" dediler.

Eczane, simit fırınından 50-60 metre ileridedir, 20 yıldır aynı eczaneden alışveriş yapıyoruz. Ne ağrı kesiciler, ne vitaminler, ne antibiyotikler, ne ıvır-zıvır şeyler almışızdır buradan kim bilir?

Simit çıkana kadar eczaneye gidip, kulvarlardan birine girdim yine. "Sizde maske var mı? Benim kod geldi!" dedim. Hepsi tanıdık olan eczacı kalfalarına bu soruyu soran kim bilir kaçıncı kişiydim!? Tekrar soracak olsam, bir ertesi gün, fıkradaki tavşan gibi, "Fifde mafke vağ mı?" diye sorabileceğim kesindi. Çakmak çakmak gözlerle ışık saçarak aldılar maske kodunu, vatandaşlık numaramı, "Yarın sabah gelin, dağıtım bize maske getirirse, sizinkileri ayıracağız" dediler.

Döndüm simitçi fırınına, simitler henüz çıkıyordu fırından, "Bana 5 simit, ikisi hafif yanık!" dedim. Kasada duran fırının sahibi, "Hocam sen bugün 7 tane al, hesap düz olsun!" dedi. Anladım ne demek istediğini, "Tamam, 7 olsun" dedim. Esnaf hâli... Satışları beşte bire düşmüş...

Simit, çay, peynirden daha güzel bir kahvaltı yok bana. Sayın ahalimiz hangi simidi seçip yiyeceğine karar veremezken ben iki yanığı götürmüştüm çoktan.

Sıra geldi şu güneşlenen kutuya... Fıs fıs kolonya ile kutuyu bir güzel yıkadım. İtina ile açtım. İçindeki dolgu malzemesini çıkarttım. Karşıma, yan yana konulmuş üç tuğla ebadında mor ciltli bir kitap çıktı. Üzerinde altın varakla basılmış ilginç bir arma vardı, altında da "Bilgi Kitabı" yazıyordu.

Bilgi Kitabı... Heyecanlandım tabii... Bugünlerdeki ruh halimi, düşüncelerimi o kadar uzaktan algılamış mıydı ki izci lideri kardeşim bana bu kitabı yollamıştı? Tevafuk diyelim...

Büyük boyutlu, kalın mı kalın bir kitaptı. Tam 938 sayfa. Kitabın kesim yüzeyleri de altın rengine boyalıydı, cilt işçiliği özenliydi. İki ayraç kurdelesi vardı; biri mor, diğeri altın rengi.

Kutsal bir kitap görünümündeydi; gayriihtiyari "besmele çekerek" açtım kapağını.

Ki yanılmamışım, kutsal bir kitap olarak Şubat 1996'da, Dünya Kardeşlik Birliği Mevlana Yüce Vakfı tarafından yayınlanmış.

Önsöz nitelikli bölümlerden sonra, "Ulu Rahman Adına" başlığıyla yazılmış 1984 tarihli bir açıklama ile başlıyordu kitap. İçinde tüm kutsal kitapların yanı sıra gaipten gelen güncel mesajlar varmış. Galaksilerin, evrenin sırlarını anlatan kitapmış. Cinsiyet farklılığı evrende sadece bizim galaksimizde varmış. Güneş sistemindeki insanın daha kendini keşfedemediğini, oysa müthiş bir potansiyeli olduğunu anlatıyormuş. Bu potansiyelin Altın Çağ başlamadan açığa çıkması, insanlığı kurtaracakmış.

Kuran'dan, İncil'den, Tevrat'tan, Zebur'dan alıntılar, Hz.Cebrail'in (a.s.) "Mustafa Molla" adıyla yolladığı güncel mesajlar, yine Galaktik Birlik Merkezi'nden gelen çeşitli bildiriler, bir sürü galaksinin konseyleri adına "Dünya planetinin" barışa ve kurtuluşa ulaşması ile birlikte Altın Çağ'a yetişmesi için yazılmış gizil yardım metinleri...

İzci lideri kardeşim bu kitabı ilk kez Ege'nin bir beldesinde girdiği sahafta görmüş. Sonra İstanbul'da bir sahafta tekrar karşılaşınca dayanamamış almış. Sosyal medyada kitaptan yaptığı birkaç alıntıya benim de ilgi gösterdiğimi görünce, kitabı bana yollamış. İnanılacak gibi değil ama, böyle bir kitabın varlığından ben tamamen habersizmişim. Az daha Altın Çağı ıska geçecekmişim yani...

Kitap Bilgi Kitabı ismini taşıyor. Haliyle okumak, bilgilenmek gerek. Fakat bu kitabı okuyanın, noktasına virgülüne dokunmadan, tüm egolarından arınarak kendi el yazısı ile deftere yazması gerekiyormuş ki kitabın kemaline erilsin, iyice idrak edilebilsin. 938 sayfa büyük boy kitap; yaz yaz bitmez yahu!

Hazır dizilmiş, basılmış işte! Niye insanı zora koşuyorsunuz, sadece okusak olmaz mı? Fakat el yazısı ile yazmak çok önemliymiş; işin sırrı buradaymış. El yazısı bir kişisel şifre imiş, yazma işlemi başladığında evrenin merkezinde kayda alınıyormuş. Her insana kurtuluşa ermek için üç şans veriliyormuş. Yani sıkılır ve düzenli olarak yazmayı yarıda bırakırsanız yapılan kaydınız siliniyormuş. En baştan başlamak koşuluyla tekrar yazmak için iki hakkınız daha varmış. Yazdın, kurtuldun; üç hakkında da yazamadın, kurtulamadın... Ben bunu anladım!

Oğlum gördü, "Ne bu!? Kadim zamanlardan kalma gizemli bir büyü kitabı mı?" dedi sayfaları üstünkörü karıştırırken.

Oğluma yaptığım açıklamayı duyan sokağa çıkma yasaklı kızım, "Bunu okuyunca her şey biliniyorsa, biz okula niye gidiyoruz ki?" dedi, bir aydır evde kalmaktan bunaldığını unutarak.

Eşim, "Hah; bulmuşsun işte yeni oyuncağını!" dedi. "Oynayacak yerim dar!" dedim gülerek...

"Renkleri de güzelmiş, mor ve altın, çok uyumlu!" dedi. Eşim mor rengin hastasıdır, altın'a hasta olmayan bir kadın da asla bulunmayacağına göre... Gayet normal!

Benim 50-60 sayfalık bir kitabı bile, araziye nasıl yayılarak okuduğumu ve analize kalkıştığımı bildiğinden, "yerim dar" dememe şaşırmadı. Zira bu kitap 938 sayfa; Allah'tan kaynakçası yok. Yoksa iki sayfalık bir makaleyi yazmak için geçmişte 19 ayrı kitap okumaktan çekinmeyen ben, bu kitabın altından kalkamam, kalırım Bronz Çağ'da.

İyi, anladık: Bronz Çağ yaşandı, Altın Çağ daha başlamadı. Peki Gümüş Çağ ne ara yaşandı? Fosil yakıtları tükettiğimiz, planetimizin doğasını amansızca sömürdüğümüz, savaşlardan savaşlara savrulduğumuz şu içinde bulunduğumuz zaman dilimi Gümüş Çağ olabilir mi? Bana göre ciddi bir problem var burada.

Daisy yavrum; kitabın bir köşesindeki yıpranmış yere taktı kafasını. Orayı dişlemek için içgüdülerine engel olamıyor, âdeta can atıyordu. Anlaşılan kitabı Daisy'den korumak gerekecekti. Yazık ki İlkel Çağ'dan daha ötesine erişemeyecek bu çocuk...

Bütün gün elimde evirdim çevirdim kitabı.

Günün sonunda nereye koyacağımı bilemedim bu son(!) kutsal kitabı! İlk incelemem bitince aldım götürdüm, koydum Mesnevi, Gazali ciltlerinin yanına; Kur'an-ı Kerim'in ve tefsirlerinin bulunduğu en üst rafın bir alt rafına.

Ne olur, ne olmaz hani! Baştan dikkatli davranayım. Altın Çağ'a varmaya şunun şurasında ne kaldı! Hele bir Korona Çağ'ından kurtulalım da...

(Görsel: Bilgi Kitabı, sakız kutusunu kitabın boyutları anlaşılsın için koydum.)

***
35. Gün
Yine bir "hayırlı cumalar" günündeyiz.

Sabah çok erken kalktım. Bugünkü kişisel gün döngüm, erken saatte uyanmaya denk geldi.

Bugün karantinadaki resmi 35. gün olmasına rağmen, sanırım ben yaşadığım 33. gündeyim. Çünkü her günü 26-27 saat yaşayarak kendimce uzattım ve böylece 2 gün kazandım. Tabii ki bu bir züğürt tesellisi... Geç yatıp geç kalkarak günleri uzatmak Dünya'nın Güneş çevresindeki dönüşünü hızlandırmıyor. Aklınızı bu konuyla karıştırmak istemem. Anlayan anlamıştır ne demek istediğimi.

Erken kalkınca kahvaltımı 
kendi kendime yaptım. Ahali öğleden sonra uyanınca, onların kahvaltısı benim öğle yemeğim oldu.

Pek çok T.C. vatandaşına geldiği gibi bana da Sağlık Bakanlığı'ndan bir kod geldi bugün. Meğer eşimin telefonuna gelen kod onun şahsına aitmiş, bana da ayrı bir kod yollamışlar sağ olsunlar. Az daha birbirimizin maskesine yapışacaktık yoksa.

Eşimle çıktık gittik eczaneye, yıllar önce Sana yağ ya da tüp gaz kuyruğu gibi bir kuyruk vardı. Birilerinin kulağını çınlatarak biz de maske kuyruğuna girdik. Kuyruk eczanenin epey dışından başlıyordu. Eczacı kalfalarından biri sadece bu işe bakıyor, telefona gelen kodu, vatandaşlık numarasını, ad-soyad bilgilerini giriyor ve tezgâh altından önceden hazırlanmış bir küçük torba içindeki maskeleri çıkarıp gizlice veriyormuş gibi davranıyordu. Zira maskeler kısıtlı miktarda geliyormuş. Her gelene veriyorlar mıydı yoksa biz düzenli müşteri olduğumuz için mi alabildik, o kadarını bilemeyeceğim...

Malum, hafta sonu yine sokağa çıkma yasağı var. Bu sebeple yine bir fırın, yufkacı, market yapmak zaruriydi. Zira pazar sabahı "luppo" almaya gidemezdim. Bu defa akıllandım: 5 ekmek yerine, 3 ekmek aldım. Geçen hafta sonu aldığım 5 ekmek fazla gelmişti, öğreniyorum yavaş yavaş...

Eve dönünce karantina günlerinin rutini hâline gelen dezenfektasyon çalışmalarını özenle ve sırasıyla yaptık. Dış giysileri makineye atıp, ev kıyafetine büründük.

Gün içinde başkaca bir şey olmadı. Yeni bir diziye başladım ama henüz buraya yazmaya değer bir şey değil.

Akşam saat 20:00 değişik ülkelerden izci liderleri ile uluslararası bir telekonferans yapacaktık. Giydim WOIS'in azür rengi izci gömleğini üstüme, taktım boynuma lacivert renkteki WOIS Dünya fularını, Dört Tahta Nişanı'mı.

Alt giysi olarak gri renkli eşofman altıyla geçtim bilgisayar başına. Nasılsa kimse altımda ne olduğunu 
göremeyecekti. Yani altıma hiç bir şey giymesem bile olurdu. Fakat Daisy'ye dişleyebileceği bir paça uzatmazsam bana hiç rahat vermiyor kerata. Bu nedenle lekeli de olsa, dizleri bollanmış da olsa, günlerdir âdeta bütünleştiğimiz eşofman altımdan vazgeçemem doğrusu.

Ben 30 kişi beklerken 7 ülkeden sadece 16 kişi geldi telekonferansa. Eh başlangıç için bu da kötü değildi. Eşzamanlı olarak whatsapp'tan yazıyordu girmeyenler, "Orhan liderim; ben İngilizce bilmiyorum! Telekonferansa girsem şimdi orada n'apacağım?"

"Sanki bugüne kadar İngilizce öğrenmelerine ben engel olmuşum" gibi suçlar bir hâllerdeler, neredeyse küstü küsecekler... "Türkçe konuşun be kardeşim, nasılsa çevirir diğerlerine İngilizce bilen biri" dedim ama Türkçe de bilmediklerinden olsa gerek anla(ya)madılar ne dediğimi... 

İngilizce, İspanyolca, Türkçe... Ortaya karışık başladık telekonferansa. Venezuela, Şili, Brezilya, İngiltere, İspanya, Portekiz ve Türkiye'den telekonferansa katılan çoğu ulusal kuruluş başkanı konumundaki izci liderleriyle "Scouting At Home" konusu görüşüldü, 2020 içinde, izciler, gezginler için "Camp Quarantine 2020" nasıl yapılır, tartışıldı, birkaç alternatif görüşüldü, bu telekonferanslara düzenli olarak devam etme kararı alındı. 

2 saate yakın süren telekonferans bitti, telefon aramaları, whatsapp mesajları gelmeye başladı. Katılanlar pek memnun kalmış telekonferanstan. Genel olarak, "Good job my Bro!" diyorlardı.

Döndüm yine Netflix'e, uykum gelene kadar dizi izlemeye devam ettim. Ancak hep gülümser bir hâlde "Good job my Bro!" modundaydım...

***
36. Gün
İlk işgal anları, sonrasında boş sandalye kalmadı.

Böyle de cumartesi olur muymuş? Olurmuş...

Kuş seslerinden başka bir şey yoktu. Bir tek ara sıra geçen arabalar bozuyordu sessizliği. Caddenin karşısında devam eden otel inşaatında mesai başlayınca, neredeyse işçilerin kendi aralarındaki konuşmalarını duyuyordum. Çalışan vincin sesi kuşların sesini bastırdı. Kuşluk vakti erkenden sona erdi.

Önceki gün paylaştığım kitabı meğer bir ben bilmiyormuşum birader. Çevremde ne kadar çok insan bilgi sahibiymiş oysa. Dolaylı yoldan bir telefon geldi, yaklaşık 1 saat konuştuk kitap ve öğretisi hakkında.

Öğleden sonra indim garaja, kamplarda kullandığım masa ve sandalyeleri çıkardım dışarı ve 
sitedeki çimenliğe açtım, kurdum.

Eşime bir işaret çaktım aşağıdan; balkondan gördü, el salladı, "Daisy de alsaydın!" dedi. Gittim aldım aşıları tamamlanan Hayvancan'ı. Tasmalı, ipli bir şekilde çıkardım onu da çimenliğe. Garibim ilk kez çimene bastı. Korktu sanki biraz. Tasmalı ve ipli olması benim bile ağrıma gitti. Fakat ne olur ne olmaz, önlem almak gerek.

2 saate yakın oturdum orada. Daisy de döndü dolaştı etrafta, en çok da ayaklarına dolanan ipten kurtulmak için kendi etrafında döndü durdu.

Vay anam vay! Canım eşim kahve yapmış getiriyor.

Arkasından komşu kadınlar teker teker geldiler... Aralarında haberleşmişler whatsapp'tan. Soda, meyve, çay-kahve, çikolata, kurabiye, dezenfektan, kolonya, maskeler... Tam teçhizatlı ve kalabalıktılar. Mekânı onlara teslim etmekten başka çarem yoktu. 
Masadan resmen olmasa da kovuldum, kadınlar işgal etti... 

Ben aldım Daisy'i eve çıktım. Baktım eşim de arkamdan gelmiş. Bana da bir kahve yaptı, tekrar kadınların yanına gitti. Ben kahvemi balkonda içerken sosyal mesafe kuralını ihlal edip etmeyeceklerini kontrol ettim. Hiç etmediler. O masada oturanlar erkek olsaydı 10 dakikada mesafe kalmaz, daha bi' sosyalleşir, okey filan oynardık. Kadınlarınsa her biri masadan 1 metre uzakta dairesel şekilde konuşlandılar. Sanırsınız ki düşman klan reislerinin barış görüşmeleri toplantısı. O denli mesafeliler birbiriyle aralarında telefonla konuştuklarını düşünüyorum.

Akşamüstü baktım topluyorlar benim mekânı, her biri bir-iki sandalyeyi topladı, torbaladı. Portatif masayı toplamak biraz alengiriklidir, "onu da eşim toparlar mı" diye bakıyorum. Yok hiç toparlamadan götürdü koydu garaja.

"Toplamaya gerek yok, yarın gene buradayız!" dedi.

"Hiç gelmeseydiniz, 
ben size ayrı ayrı çadırlar da kurardım" dedim.

"Geldik şimdi, çıkma artık! Onu da yarın düşünürüz" demez mi!?

Ev hâli, yemek, bulaşık, televizyon, haberler, film-dizi...

Koskoca bir cumartesi günü böylece hiç oldu gitti... Geçmiş olsun!

***
37. Gün

Herkeste olduğu gibi bizim hanede de pazar kahvaltıları geç saatte yapılırdı. "Yapılırdı" diyorum, zira karantina günlerinde geç saatleri de geçirir olduk.

Eşim bu karantina gününü yumurtalı ekmek yaparak lezzetlendirdi. Yumurtalı ekmek yapmak hem kolaydır, hem ucuzdur, hem de sevmeyen pek olmaz. Bayatlamaya başlayan ekmekleri değerlendirmek için de iyi bir çözümdür. Malum ekmeğimizi taa cuma öğleden sonra tedarik etmiştik, gün içinde tüketmek gerekiyordu.

Kimileri yumurtalı ekmeği "balık ekmek" diye isimlendirir.

Mutfaktan yayılan kokuyu duyan ahali toplandı masa başına. 

Kızçem iki yumurtalı ekmeğin arasına reçel sürerek yedi. Böyle yapınca adı "Firenç tost" oluyormuş. Ahalinin geri kalanı ise beyaz peyniri katık etti balık ekmeğe.

Elimde çay çıktım balkona... Çıt yok...

Öyle bir sessizlik ki kuşlar bile ötmüyordu. Şaşırtacak kadar derin ve huzurlu bir sessizlik. Gece olsa bir nebze olsun anlayacağım ama günün tam ortasıydı. Açık denizin ortasında motorsuz bir kayıkta bile olunsa, yine de kayığın gövdesine çarpan dalgaların "çırpıntı" sesi olur. Bu bile yoktu bugün şehirde. "
Çöl sessizliği" denilen bu olsa gerek! Hiç uğraşmayın "kumul kımıltısı" diye bir ses yok...

Hava güneşli, kargalar yuvasında, komşular evde, çay elimde... Sağlığım, keyfim yerinde şükür! Bugünler de geçecek elbet...

Çocuklar bisikletleriyle çıktılar bahçeye, aralarında yarıştılar. Başlama işaretini ben verdim balkondan. "Bisikletleri değiştirip bir kez daha deneyin" dedim. Kazanan çocuk kabul etmedi teklifimi. Hakkı var; baştan öyle bir kural konulmamıştı. Yaptığım oyunbozanlıkmış.

Daha da beni muhatap almadı kerata. O artık bir şampiyondu! Sitenin en hızlı bisiklet süreniydi.

Şeytan diyor, "İn aşağı, çıkar garajdaki bisikletlerden birini!" De çıktığımda ukala veletin beni muhatap almamasından çekindim. Sonra kendi kendime nasıl yarışırdım, pek bilemedim. Kalkıp birinin babası da yarış bisikletiyle gelip bana rakip olursa ne halt yerdim, hiç bilemedim. Hem ne malumdu bunların virüs taşıyıcı çocuklar olmadıkları!

Bisiklet yarışından sıkılınca başka oyunlar oynamaya başlayan çocuklara karşı ben de kendime göre bir tavır aldım. Başımı onların tarafına hiç çevirmeden, sadece göz ucuyla seyrettim güle oynaya eğlenmelerini.

Öyle bir heyecanlanıyorlar ki durduk yerde. Sanki 8-9 yaşlarında, park hâlindeki bir kamyonetin kasasında köşe kapmaca oynuyorlar. Sanki 10-11 yaşlarında, mahalle çocuklarıyla her gün istop, yakantop, kuka oynuyorlar. Sanki 12-13 yaşlarında, o en güzel kızın da aralarında olduğu kızlar grubunun kendi arasındaki oyunlarını, bahçe duvarına oturup büyük adam pozuyla seyrediyorlar. Kızlar da yan gözle bakmak, aralarında konuşup kıkır kıkır gülüşmek yerine, gelip şu duvara otursalar ya. Gelmezlerdi, ama gelme ihtimalleri bile yeterdi saatlerce beklemeye... Heyecan işte!

S
ıcak yaz akşamlarında oynadığımız saklambaçları anlatmam size!!! Öyle bir saklanırdık ki, hiç kimse bulamazdı. Taa ki o en güzel kızın anası cama çıkıp, kızı eve çağırana kadar...

Sonraki yıllarda o büyük adam pozu geldi oturdu, kaldı üzerimizde. Sanki hâlâ "köşe kapmaca" oynamıyormuşuz gibi...

Nereden nereye geldim di'mi... Ohoo; daha buraya yazmadığım neler geldi aklıma. Daha neler var neler!

Böylece akşamı ettim.

Güneş battı... Ne ara battı, hiç anlamadım bile!

Saklambaç oynama saati gelmişti...

Eşim seslendi az sonra: "Yemek hazır; haydi sofraya!"

Arkama baka baka girdim içeri... Söylendim, "Yahu ne güzel saklambaç oynuyorduk, hem acıkmadım ben daha!"

"Bıraksalar zaten hiç eve gireceğin yok senin, ellerini yıkamadan sakın oturma sofraya!"

***
38. Gün
Eyfel Kulesi, Big Ben ve Özgürlük Heykeli

"Bugün günlerden neydi?" sorusunun cevabını telefonuna bakmadan verebilecek kimse kalmadı bizim ahalide. Herkes düz bir seviyede yaşamaya başladı. İlk günlerdeki inişli-çıkışlı ruh halleri, oyun-aksiyon arayışı kalmadı kimsede. Hele çocuklar tamamen "off" moduna geçtiler, kendilerini hayata kapattılar âdeta. Aynı evin içinde günde iki kez sofrada görüşür olduk. Pek hoşuma giden bir durum değil doğrusu, fakat bu duruma karşı ne yapacağımı bilmiyorum.

Sokağa çıkma yasaklı kızçem, "Arabanın bagajına sığarım ben! N'olur gidelim bir yerlere!" dedi. Anlayın artık kızımın durumunu. Söylemedi demeyin, önümüzdeki hafta daha bu çocuklar evden çıkarılmaz ise daha da hiç kimse çıkaramaz. "Evde esaret"e alışıyor, iyice asosyal oluyorlar. Acaba egemenlerce arzu edilen bir şey miydi bu? Bazı şüphelerim var...

Benim gün döngüm normale erdi, sabah normal saatimde kalkıyorum bu sıralar. Fakat oğlum ikindide uyanıyor. Böyle olunca yenilen kahvaltı mıdır, yoksa akşamüstü yemeği mi; kimse bil(e)miyor.

Fakat dikkatimi çekti karantinanın başlangıcından beri İngilizlerin şu meşhur "5 Çayı"na odaklı yaşıyoruz. Her gün saat 17:00 civarı bir şeyler yeniyor evde. Yakındır çayıma süt katmaya da başlamam! İşte o zaman bilin ki bende de durum gayet ciddi. 

Malumunuz, yıllardır modern tarzda bir yaşam sürmeme rağmen, Türklük bilincinden asla uzaklaşmadım, hiçbir zaman Türk gelenek ve göreneklerinden kopmadım. Ancak Türk televizyon kanallarında izlenebilecek kalitede bir yapım bulamamam sebebiyle habire yabancı televizyon kanallarından belgesel, dizi, film izliyorum, Netflix'in zaten yüzde 95'i yabancı yapım.

İster istemez seyrettiklerinden etkileniyor insan. Haliyle balkona çıkınca da, Eyfel Kulesi'ni, Big Ben'i, Özgürlük Heykeli'ni filan göreceğimi sanıyorum, gördüğüm tek şey caddenin karşısındaki otel inşaatının vinç kulesi oluyor. Şoka giriyor, "Hâlâ Türkiye'deymişim yahu!" diye söylenirken yakalıyorum kendimi. Durum biraz vahim yani...

İşte o nedenle, çayıma süt kattığım anda artık geri dönülmez bir yola girmişim demektir. Uçuş yasakları kalkar kalkmaz vınnn!

Tabii başka ülkelerde de şu aralar durum hiç parlak değil. Gelecek belirsiz... Emmanuel Macron'un, Boris Johnson'ın ya da Donald Trump'ın yönetimleri ortada. Gel de kolaysa vın'la bakalım! Ölümlerden ölüm beğen...

Hiçbir şey o yabancı dizilerde ya da filmlerdeki gibi değil; onların tümü senaryo, kurgu...

Olaya bu açıdan bakınca; balkona çıktığımda ağır aksak ilerleyen otel inşaatının vincini görmeye razı oluyorum. 

TRT Avaz'ı ve TRT Türk'ü açıp seyretmeye zorladığım da oluyor kendimi. Fakat 5 dakika bile dayanamıyorum çapsız yayınlarına. Arada mehter marşı filan dinliyorum kendimi kaybetmemek için, az da olsa işe yarıyor. Ancak çocukluğumdan beri kodlandığım sınırları korumaya çalışmak, korumamaktan daha zor geliyor bana artık. Dönüyorum yine yabancı kanallara, çok uluslu yaşama...

"Dünya küçüktür" denilirdi de, inanmazdım bu denli küçük olduğuna...

Dünya İzcileriyle çok uluslu haftalık bir tele-toplantı akışımız var. Aramızda rahat haberleşmek amacıyla bir whatsapp grubu kurdum ve daha geniş katılımlı bir tele-toplantı ortamı oluşturmak için, "Herkes kendi ulusal kuruluşunun izci liderlerini gruba eklesin" dedim. Ortalık karıştı... Önüne gelen abuk sabuk paylaşımlar koymaya başladı gruba. Binlerce kilometre ötedeki bir insanın yaşam kalitesinin seviyesini en çok 5 dakikada anlıyorsunuz. Grubu, yöneticiler hariç üyelerin paylaşımlarına kapatmak zorunda kaldım. İnanın, dünyanın başka bir yerindeki insanlar da bizim millettekilerden farklı değiller. Anlaşılan o ki evde kalmaktan sıkılanların, hiperaktif yaşayanların hepsi bugünlerde ne yapacağını bilemez durumda. Dünya aynı dünya!

Kitap okumak bana hep iyi gelir. Okurken dinlenirim ben. Ama çok okuyunca, insanların pespaye/sığ hâllerine hoşgörü göstermek de o denli zorlaşmaz mı? Şahsen bende öyle oluyor. Bu sebeple ne okuduğuma çok dikkat etmeli, seviyeyi fazla yükseltmemem gerek. Bir türlü başaramıyorum bunu. O zaman da toplumsal yaşamdan uzaklaşıp hayallere dalıyorum. Hayal âleminden sıyrılıp bugüne düşünce de hot-zot oluyorum. 

Dünyaca ünlü müzeleri sanal platformda gezmek mümkün; onları defalarca gezdim, tekrar tekrar geziyorum. Zira her defasında bir başka eseri keşfediyorum(!), beğendiğim eserin adını arama motoruna yazıp hakkında detaylı bilgi alıyorum. Olabildiğince derin estetiğe ulaşmak istiyorum, bunun için çabalıyorum. Kâh oluyor, kâh olmuyor.

Da bunlar ne işime yarıyor!? 
Balkona çıkınca karşıdaki inşaat vincini görmek hepten dayanılmaz oluyor...

Çayıma süt katmanın zamanı gelmiştir belki...

***
39. Gün

Bugün iki bölümden oluştu. İlk yarı her şey sakindi. İkinci yarı ise aksiyon doluydu. Aksiyon dediysem hemen heveslenmeyin; oturduğum yerde ne kadar aksiyon olursa o kadar.

Benim sabahlar öğleye doğru kaymaya başladı yine.

Dışarıda; kargalar yuvasında, vinç ağır hareketli, rüzgâr az, kuşlar ötüyor, martılar tepemde dolanıyor...

İçeride; bilgisayar önümde, televizyon karşımda, eşofmanım üstümde, çay kupası elimde, eşim Daisy'nin peşinde...

Çocuklardan haberim yok! Biri EBA'da, diğeri uykudadır.

Sonra telefonlar gelmeye başladı. Bir, iki, üç...

Evde kamp yapmak için bir organizasyon yapılmış. Muhteremin biri Türkiye'de ilk kez böyle bir uygulama yapıldığını sanarak hamaset dolu abartılı bir yazı paylaşmış sosyal medyada. Megapollerde, beton yığınları arasında yaşayan insan bir hoş/garip oluyor... Keşfettiği her şeyi ilk kendi buldu/yaptı sanıyor. Geçtiğimiz haftalarda yapılanlardan haberi hiç yok zaar.

Bu defa yapılan organizasyona uluslararası bir organizasyon görüntüsü verilince, kaygı duymuş bizim tayfa: Kimisi, "Uluslararası şekilde yapıyorlarmış, bunun için mülki idareden özel izin almak gerekmez mi?" diye soruyor; kimisi, "Federasyon yönetiminin haberi olmadan paralel federasyon gibi davranılmış, federasyonun adını, armasını izinsiz kullanmışlar, bunların yaptığı yanına kâr kalmamalı!" diyor; kimileriyse, "Siz-biz neden yokuz bu organizasyonda, bunların yaptığı bölücülük değil mi?" diyorlar.

E ama organizasyonu yapanlar birlik kavramından tamamen uzak, egoları kulaklarından taşan, evrensel izcilikten ve izci kardeşliğinden bihaber insanlar olunca bölücülükte lider olmalarından daha normal ne olabilirdi? Biz de bunu tarihe not düşeriz...

TBMM'nin açılışının 100. yılı ya herkes ayrı bir telaş içinde. Zira eskiden olsa takarsın trampeti boynuna, alırsın bayrağı eline gidersin tören alanına, akşama da fener alayı filan yapılır. Ama bu sene öyle değil. Çocuk bayramında çocuklar evde hapis. Velilerin, öğretmenlerin, hatta izci liderlerinin dahi yaratıcılıkta yarışması gerekiyor. Şurada kaç kişiyiz, birbirimizi iyi biliriz. Yok öyle kolaya kaçmak, üretici olmadan bir şeyleri sahiplenmeye kalkmak. Tebe kızanlar; az daha üretici olun beya!

Dini bayramları, milli bayramları, hatta kandilleri pek severim. Hepsi de Türk kültürünün ayrılmaz parçasıdırlar. Yurtdışında olduğum zamanlarda bile milli ve dini bayramları bir törene katılarak kutladım mutlaka. Öte yandan namaz eksiğim çoktur da, bayram eksiğim hiç yoktur! Ramazan, Kurban, Noel, Şabat, Paskalya, Aşure Haftası, Şükran Günü, Haloween... Hepsini kutlarım ben! Fena halde "Bayramcı"yımdır vesselam...

Ancak abartıyı, hamaseti sevmem. Her şey kararınca olmalı, yokluktan eksik kalsa da, varlıkta fazlası olmamalı...

Kızçem, "23 Nisan'da çocuklar sokağa çıkabilmeliydi" dedi bir ara. "Geçen 23 Nisan'da çıkmamıştın!" deyince, biraz duraksadıktan sonra, "Liselere giriş sınavı vardı geçen yıl, onun için her gün ders çalışıyordum" dedi.

Aslında kendince "Şah-mat!" dedi bu son sözleriyle.

Öyle ya! "Ders çalışacağım, sınava hazırlanacağım" diyen bir çocuk zorla dışarı çıkarılır mı bu ülkede? Tabii ki asla ve asla çıkarılmaz...

"E bu sene de ders çalış o zaman. Hem şunun şurasında üniversite sınavına ne kaldı?" diyerek karşı hamlemi yaptım.

Ben de öyle kolayca mat olacak göz var mı? Peh!

Telefonlardan sonra, bir süre de whatsapp yazışmaları devam etti. Dinledim herkesi. Her zamanki gibi herkes haklıydı yine...

Beyin fırtınası yapıldı. Vaziyete göre durum planı çıkarıldı. Uygulanacak planlar, stratejiler belirlendi. Yeni bir yol haritası çıkarıldı. İlk başta dezavantaj gibi görünen, avantaja çevrildi.

Haydi bakalım... "Şah-mat!"

Yattım uyudum rahat rahat!

***
40. Gün

Âdettendir, yeni bir bebek doğduğunda, 40. gününde yıkanır-paklanır, aile içinde mevliti okunur ve ilk kez evden dışarı çıkarılır, "kırk uçurmak" denilir buna. Bebek kime ziyarete götürülürse, ev sahibesi olan kişi bebeğin sepetine mendile sarılmış bir yumurta koyar. Şimdilerde kimi yeni nesil anneler buna benzer bir kutlama yapıyor, kutlamanın adına da "baby shower" (okunuşu: beybi şağvır) deniliyor. Annenin kız arkadaşları ellerinde çeşitli hediyelerle "bebek görmeye" geliyor.

Bugün benim karantinadaki kırkıncı günümdü. Aklımca kırk uçurmaya niyetlendim. Uçurdum da...

Dört günlük sokağa çıkma yasağı sebebiyle yine markete gittim. 30'lu yumurta, içme suyu vs. aldım.

Kasadaki kıza, "Bugün benim karantinada kırkım çıktı. Kırk uçurma yumurtası bunlar!" dememe rağmen, "40 değil, 30 yumurta var burada!" dedi ve barkodu okuttu, iyi mi?

Ben bilemedim tabii... Kızcağızın aklına nereden gelsin "kırk uçurmak" deyimi? Hem de markette, o yoğunlukta işi başını aşmış çalışırken...

E gidecek başka bir yer vardı da, ben mi gitmedim!? Komşuya gidilemiyor; çarşıya-pazara girilemiyor; avm'ler, kafeler, sinemalar kapalı; sosyal faaliyetler tümden iptal... Kala kala elimizde bir tek market kaldı.

Keşke kasiyer kıza, "Bugün benim karantinada kırkım çıktı. Baby shower suyu bunlar!" deseydim. Yeni nesilden ya; belki baby shower'ı bilir, hiç olmazsa suları hediye ederdi... Aklıma gelmedi!

Hani bir tek benim mi kırkım çıktı? Hayır, benimle birlikte karantinaya aldı kendini pek çok insan. Bu sebeple kırk uçurmak isteyen herkes gelmiş markete, herkes benim gibi su, yumurta vs. alıyor. Hatta marketin giriş kapısını tutan maskeli-eldivenli görevli marketten biri çıkmadan, yeni müşteri almıyordu içeri. Yıllardır markete giderim, daha içeriye sayıyla müşteri alındığını hiç görmemiştim.

Sıra bana gelince, "Sayıldığını bilmek ne güzel!" dedim kapıdaki görevliye, "Saygılar beyefendi!" diyerek başıyla selamladı. Belli ki Cem Yılmaz'dan âşina bu tür esprilere... Kibar ve kıvrak zekâlı imiş, havada kaptı espriyi. Aferin...

İlginçtir; hiç çekirdek kalmamıştı reyonlarda. Anlaşılan halkımız dört günlük sokağa çıkma yasağını çekirdek (Egeliler için "çiğdem") çitleyerek geçirecekti. Çok 23 Nisan Bayramı gördüm, ama çekirdek çitleyerek kutlanan bir bayram hiç görmemiştim.

Markette karşılaştığım tanıdıklar, sosyal mesafeyi korumaya çalışarak birbirlerine film, dizi tavsiye ediyordu. Ben de girdim lâfa, duramam zaar... Hoş beşten sonra, "Ateşten Doğanlar'ı seyredin, seversiniz siz öyle programları" dedim, "Ne o Orhan? Hangi kanalda oynuyor?" dediler. "History" diyerek cevapladım. "Tarihi dizileri sevmiyorum ben" dedi biri, "Zümrütü anka kuşunun hikâyesini mi anlatıyor?" diye sordu diğeri.

Hay Allah!!! "Seyredin anlarsınız! Spoiler (önceden verilen bilgi) vermem." diyerek aceleyle uzaklaştım yanlarından.

Eve dönerken, takım elbiseli maskesiz bir grup, birkaç maskeli foto muhabiri ile beyaz bir kulübenin etrafında toplanmış, foto muhabirlerine poz veriyordu. Bitişiğindeki Halk Ekmek büfesini biliyordum da bu beyaz kulübeyi ilk kez görüyordum. "Süt 54" büfesiymiş. Belediyenin yeni bir hizmeti imiş. Açık süt, bu büfelerde litresi 4 TL'den satılıyormuş. Ee, zincir marketlerin kendi adlarıyla sattığı kutu sütün litresi de aşağı yukarı aynı fiyat. Yani halkın yararına olan pek bir şey yok ortada. Yalnızca bizim mahalle sütçülerinin zararına olur bu iş...

"Yarın, 'süt almaya çıktım' diyerek evinizden buraya yürüyerek gelebilir, sütünüzü güvenle alabilirsiniz" dedi güleç yüzlü, koyu renk takım elbiseli adam. Belli ki belediyedeki müdürlerden biri idi, zira etrafındakiler onun gözünün içine/ağzına bakıyordu.

Belediye başkanlarını çevresindekilerden tanırım. Bu kişi belediye başkanı olsaydı, çevrede güvenliğini sağlayan zabıtalar filan olurdu. Hem başkan olunca, sadece foto muhabirleri değil, yerel televizyonların kameramanları da oluyor. Kameraman ve zabıta yoksa, en çok başkan yardımcılarından biri olabilir.

Ağız alışkanlığıyla, "Çok güzel bir hizmet, başarılı bir çalışma! Tebrik ederim!" dedim.

Büfenin görüntüsünü kapatmadan yan tarafta durmamı istediler; durdum. Siyah giyen adamlar da diğer tarafta, büfenin önünü kapatmamaya çalışarak tespih tanesi gibi dizildi. Muhabirler fotoğraflarımızı çekti. Bu fotoğraf, "Halka ucuz süt satışı başladı" ya da "Belediyenin halkımıza yeni hizmeti" manşetleriyle çıkar artık gazetelerde, sosyal medyada.

Fotoğrafın sağ köşesinde maskesiz, resmi giyimli adamlar, sol köşesinde de tek başına elinde market poşeti, üzerinde anorak mont, kot pantolon olan, uzun saçlı, ama sakallı olduğu yüzündeki maskeden pek anlaşılmayan bir kişi var. İşte o tek spor giyimli olan benim! Ortada süt şişesi...

Ve burada "halk" olarak nitelenen şey tek başıma ben oluyorum. Benim için "tek adam" diyenlerin kulakları çınlasın, artık "tek halk adamı" da diyebilirler.

Tabii ki süt de alıp, kırk uçurmanın dayanılmaz hafifliğiyle eve döndüm.

Büyük boy bir Türk bayrağını balkona astık eşimle birlikte.

Eh artık bayram başlasın... Da çekirdeğimiz yok yahu!

***
41. Gün
Kargabaşı

41 kere maşallah! Karantina altındaki 41. güne de sağ salim geldik.

Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı farklı bir şekilde, evde kalarak kutladık. Bin bir amatör görüntü düştü sosyal medyaya. Neredeyse tamamı 23 Nisan üzerineydi. TBMM'nin açılışının 100. yıldönümü de olunca, evde kalmak zorunda bile olsa insanlar farklı bir idrak içindeydi.

Anneler-babalar çocukları mutlu olsun için seferber oldular. Kimi evini, kimi camını-balkonunu, kimi bahçesini süsledi bayraklarla; sokağını süsleyenler bile olmuş. Sonra çoğunlukla kırmızı-beyaz giyinmiş çocuklarının şiir, dans, konuşma gibi bir çok videosunu, kare kare fotoğraflarını çekip yüklediler sosyal medya hesaplarına.

İyiydi, güzeldi de geç saatlere kadar videolar-fotoğraflar sil sil bitmedi yahu! Telefonumun depolama alanı yetmedi gayri. Çok sağ olsun kardeşlerim, dostlarım, öğrencilerim, izcilerimiz... Galiba çekilen her görüntüyü bir kez de özelden bana yollamak gerekiyormuş. Bakındı; bunu hiç bilmiyordum!

Güneşe rağmen soğuk esen rüzgâr evde kalmayı kolaylaştırdı. Kolaylaştırmasa ne olacaktı; yapacak bir şey yoktu ki!

Kargalar hain oluyormuş he! Boş yere, "Besle kargayı, oysun gözünü!" denilmemiş.

Bilenler bilir, bizim sitenin ortasında ağaçlık bir alan var, serçe, saka, sığırcık, yusufçuk, güvercin, kırlangıç, martı, karga gibi bilumum kuş türüne ev sahipliği yapıyor. Haliyle her kuş türü de kendisine göre bir yuva yapıyor ve bu yıllardır böyle devam ediyor.

Karantina günlerinde elde dürbün kuşları gözlüyorum. Daha önce hiç karga yuvasını bu kadar net görmemiştim, zira kolay görülmeyecek yerlere konuşlanırlar. Nasıl olduysa bu sene tam da bizim balkonun önündeki ağaçlardan birine bir karga ailesi geldi. Eskiden kalma bir yuvayı elden geçirip erkenden yerleştiler. Derken ağaçlar yeşillendi, diğer kuşlar da geldi yuvalanmaya...

Eskiden bir ağaçta güvercin, bir ağaçta serçe, bina duvarlarının güneydeki çatı altlarına kırlangıçlar, bina bacalarına martı, leylek filan yuvalanırdı. Nadiren de olsa uçan baykuş, yarasa da görüyorum geceleri ama onların yuvası nerededir bilmem. Bülbül görmek, dinlemek istersem de Sapanca'daki eve gitmemiz yeter. Akşamüstü bir şakımaya başlar bülbüller, gecenin geç saatlerine kadar öterler. Yalıçapkını da gelir Sapanca'daki sitenin bahçesine.

Gelelim bu seneki karga komşularımıza...

Kargalar sitenin arka tarafındaki büyük kavaklıkta yuvalanır, oradan gidip gelirler bizim balkonlara kuruması için yaydığımız fındık, ceviz ne varsa anında talana kalkışırlardı. Olsundu; razıydık bu talana, hatta hoşumuza bile gidiyordu...

Arkadaki kavaklık kesildi, yeri inşaat yapılmak üzere parsellendi, satılık tabelaları asıldı.

Haliyle kargalar bu sene nereye yuvalanacaklarını bilemedi ve bir çifti de bizim sitedeki koruya geldi, yerleşti.

Evde artan bulgur, pirinç pilavları, bayatlayan ekmekler çöpe atılmaz bizde. Onlar kuşların payıdır. Laf aramızda; aşure yapılsın için aldığım nice buğdayı, kuşların yemesi için üst kattaki balkon duvarının mermerine bırakırken az yakalamamışımdır eşimi. Bizim sitenin kuşlarına eşim sayesinde hep Muharrem ayıdır... Kuş türlerinin biri gelir biri gider balkona, güzel güzel oyalarlar ahaliyi.

Nasıl bir sözleşmişlik hâlindeyseler, hiç bir tür diğer türü rahatsız etmezdi. Taa ki kargalar gelene kadar...

Köpeklerin, kedilerin kendi bölgelerini sahiplendiğini biliyordum da, kargaların sahiplendiğini hiç bilmiyordum.

Sitedeki ağaçlar yapraklanınca küçük kuş türleri de gelip, geçen yıllarda görmeye alışkın olduğumuz şekilde ağaçların uygun gördükleri yerlerine yuvalanmaya başladılar. Fakat ne mümkün! Serçecikler birer birer dal-talaş getiriyor, kargalardan biri gidip zar-zor yapılanı tümden dağıtıyor. Güvercinler, yusufçuklar kargaları görünce hiç gelmediler sanki. Bakalım kırlangıçlar gelecek mi?

Böyle işte! İlk gördüğümüzde sevindiğimiz kargalar, sitedeki kuş türlerinin başına "Ali kıran, baş kesen" kesildi. Başka kuşlarla uğraşacaklarına kendi yuvalarıyla ilgilenseler ya! Yok ama; illa gidip diğer kuşlarla uğraşacaklar, ortalığı yağma edip balkon mermerine öbek öbek pisleyecekler.

Bahar geldiğinde, türlü türlü kuşlardan türlü türlü nağmeler duyardık, bu sene en çok "gaaak!" sesi duyar olduk. Gecenin bir yarısında ne oluyorsa oluyor, birbiriyle de dalaşıyor bunlar; "çap-çap", "şap-şap" kanat sesleri geliyor. Yuvaya mı sığamıyorlar nedir!? Köpek hırlamasını andırır sesler bile geliyor kargaların yuvasından.

Anlaşılan kargaların dünyası böyleymiş. Kargadan başka kuş tanımıyorlar, bizim de tanımamıza müsaade etmiyorlar. Oysa yıllardır ne güzel barış içinde geçinip gidiyorduk kardeş kardeş...

Geçmişte yuvalandıkları alandan atılan kargalar, benim gözümde mağdur edilmişlerdi. Haliyle sitemizde, aramızda onların da bir yeri olmalıydı. Aldık kabul ettik aramıza, hatta kimilerini baş tacı ettik, balkonumuzu kendilerine loca tahsis ettik. Yokluk, yoksunluk hissetmesinler, burada kök salsınlar istedik. Fakat daha 5-6 hafta geçmeden bahçeyi sahiplenmeye, çevredeki diğer türleri yok saymaya başladılar. Onların haberleri bile olmadan gidip bir çırpıda onca emekle yapılan yuvalarını bozmaya çalıştılar. Barışın simgesi güvercinleri, aşkın simgesi yusufçukları alana dahi sokmadılar.

Yahu siz değil miydiniz, daha dün yerinizden edilen, yuvanızdan kovulan; aylarca evsiz-barksız kalıp gak'layacak bir yer bulamayıp sessizliğe bürünen? E şimdi size bahçemizi, balkonumuzu açtıksa da tapusunu vermedik ya! Size verilen görev, biçilen kaftan ne kadarsa, o kadarla yetinecek daha fazlasına kalkışmayacak, dengeleri bozmaya çalışmayacaksınız. Günlük istikakınız neyse herkes gibi siz de onunla yetineceksiniz, yoksa kovulursunuz ortamdan. Daha da nerede gak'larsınız bil(e)mem...

Bir de "Kargabaşı" mı ne var bunların! Belli ki diğerlerinden yaşça büyük, çok biliyor her bi'boku. Habire o gak'lıyor, en çok onun sesi çıkıyor, işi gücü gak'lamak görünen başkaca bir üretkenliği yok. O kadar çok ve yüksek sesle gak'lıyor ki diğerleri ne diyor, hiç dinlemiyor, diğerlerinin sesini duymazdan geliyor. Âdeta topluluğu bastırmış, sindirmiş ve bu haliyle utanmadan bir de topluluğun kılavuzluğuna soyunmuş.

Fakat biliyorsunuz, "Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmazmış."

Şimdi geldi aklıma: Bu kargalar sakın Suriye'den filan gelmiş olmasınlar! Zira, hak-hukuk, kardeşlik filan bilmiyor, dağdan gelip bağdakileri kovmaya kalkışıyorlar. Yok öyle yağma; hakkımızı yedirmeyiz...

Onu bunu bilmem, glu glu zem zem! Burası Sakarya, Türkiye, Dünya... Ona göre!

***
42. Gün

Dün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı ve TBMM'nin açılışının 100. yıldönümünü ulusça idrak ettik. Ben kafayı siteyi işgal eden kargalara taktığımdan tam idrak edemedim tabii. Hatta koskoca bir bayram günü günlüğünü tamamen kargaların edepsizliğine ayırdım. Yarım kaldığı için bugün de 23 Nisan gününü yazmaya devam etmek istiyorum.

Yıllardır her bayram sabahı erkenden kalkardım. Bu defa 2 saat gecikmiş olabilirim. Neticede yetişmeye çalıştığım bir tören yoktu; ondan...

Ev ahalisinde tek çocuk kızçem, haliyle bugün onun istediği olsun istedim ve aile reisliğinin simgesi olan kanepedeki köşemi törenle kızıma devrettim. Kızçemin gözleri yaşardı, aile reisliği görevini bir günlüğüne devraldı.

Yaptığı ilk icraat, kendi haftalığına zam yapmak oldu. Bundan sonra yapacağı her ev işi için kendisine ekstra ödeme yapılmasına karar verdi. Daisy'i dışarı çıkarmak ve gezdirmek gibi açık havada yapılan işlere iki katı ekstra ödeme yapılması emrini verdi. Telefon paketinin internet bağlantı kotasının artırılmasını talep etti...

Ev ahalisi olarak, "Tamam" dedik, "madem öyle; bundan böyle tüm işleri sen yap, parası neyse vereceğiz."

Öğle yemeğinde sütlü mısır gevreği yedik. İkindi de az telveli sade Türk kahvesini filtre kahve niyetine içmek durumunda kaldık. Akşamüstü yemeğinde içinde ne olduğunu tam olarak çözemediğim tuzsuz bir çorba ile dibi tutmaya dönmüş pilav vardı. Oysa ben sade makarna bekliyordum, yanılmışım. İlerleyen saatlerde çayın yanında parça çikolatalı kurabiye verildi, kızçemin yaptığı kurabiyeler son derece güzeldi, ekstra ödemeyi fazlasıyla hak etti.

Kurabiyelerin arkasından dondurma servisi de yapıldı. Ancak dondurma zaten marketten hazır alınmıştı; o nedenle dondurma için ekstra ödeme yapmayı şiddetle reddettim. Kızçem de servis ücreti olarak ekstra ödeme yapmamın gerektiğini tarafıma deklare etti. Yoksa dondurmamı yiyemezmişim. O dondurma buzluktaki kaptan çıkıp, kâseye konulup, üzerine kaşık saplanıp ayağıma kadar gelmek için ne kadar yorulmuş, hiç haberim var mıymış!?

Aramızdaki işçi-işveren görüşmelerini daha fazla uzatmadan ekstra ödemesini yaptım mecburen; zira dondurmam gözlerimin önünde acımasızca erimeye başlamıştı. Marketten şahsen alıp eve kadar hiç eritmeden taşıdığım dondurma bile, şurada, 5 dakika içinde kızımdan yana tavır aldı; helal olsun he! Daha da bu marka dondurma alırsam ne olayım...

Saat 21:00'de balkona dizildik ahalicek. Kızçem balkon ışığını yaktı ki milletimiz bizim ahaliyi iyice görebilsin. Tabii ki balkona astığımız büyük bayraktan başka elimize de birer küçük Türk bayrağı aldık.

Kızçem bir elinde Türk bayrağı, diğer elinde Kanada bayrağı ile balkonda en öndeki yerini aldı. İleride 23 Nisan'ı, kendi çocuklarıyla Toronto'da kutlama hayali kurduğundan şimdiden alıştırma yapıyormuş zahir.

İşimiz var bu kızla; ileride melez torunlarımız da olabilir bu durumda! Ticari zekâsı da yerinde maşallah. Sabahtan beri, 14 yaşındaki bir çocuğa göre servet sayılabilecek kadar para kazandı. Uçak biletini tek yön alacağını söylediğinden çok yakında bilet bedelini karşılayabilecek duruma gelmesinden korkarım.

Kızçemin ileride yaşamak istediği ülke olarak Kanada'yı seçmesinin ana sebebinin "akçaağaç şurubu"nun meşeiinin Kanada olmasından şüpheleniyorum. Hemen sitenin ortasına birkaç akçaağaç fidanı dikmeye karar verdim. Hele bir sokağa çıkabilsem yeter; gider bulurum ben akçaağaç fidanının satıldığı yeri. Ama ya tutmazsa! Eyvah eyvah; o zaman melez torun sevme ihtimalim var demektir. Tutar inşallah!

Geçenlerde de 10 tane yaban mersini fidanı buldum; yoksa eşim de İsveç'e ya da Norveç'e gidiyordu. Az daha evde terliklerimi bulamaz duruma gelecektim. Neyse ki eski bir arkadaşımın fidanlığında buldum yaban mersini fidanlarını da ucuz yırttım...

Oğlumdan eminim... O bilgisayar başından kalkmadığı için bir yere gitmeye niyetlenmez. Ha bilgisayarda oyun oynarken bir kızla tanışırsa, bizimki kalkıp da gitmez bile. Gelirse kız gelir Türkiye'ye. Melez torun sevmeye devam yani; kurtuluşum yok gibi...

Komşularımızla hep bir ağızdan var gücümüzle İstiklâl Marşı'mızı okuduk. Sesimizi duyup da cama-balkona yeni çıkanlar için bir kez daha okuduk. Sesimiz birlikte yankılandı, milletçe gurur duyduk.

Şehrin muhtelif yerlerinden havai fişekler atıldı. Akabinde dört bir yandan peş peşe atılan 14'lü maytapların sesi sardı semayı. Arada "pompalı maytap" atanlar da vardı. Sesinden tanıdım. Ne olur ne olmaz, birkaç "Ne mutlu Türküm diyene!" sloganından sonra fazla uzatmadan içeri girdik.

Çok şükür, 23 Nisan günü bitti ve ben aile reisliği makamını geri aldım.

Bak bak! Balkonun ışığı açık bırakılmış iyi mi! He he he!..

Anında cezayı kestim kızçeme. Işığı yakan oydu çünkü...

Gerçi sabahtan beri ona ödediğim ekstraları karşılamadı, ama daha bu işin yarını, öbür günü var di' mi!

***
43. Gün

23 Nisan Bayramı'nın yanı sıra Ramazan ayı da bir değişik oldu bu sene. Geçen seneki Ramazan ile aynı olan tek şey sahura kaldıran davulcular. Davulun ipi kaytan, çalanın kalmaz sırtında mintan. Gereğini yapın siz de uzaktan uzaktan...

Ben komşuları örgütlemiştim site yöneticiliği yaptığım iki yılda. Denedik oldu, yıllardır gelenek gibi uyguluyoruz, size de tavsiye ederim. Davulcunun bahşişini ilk günden verince daha geçmiyor bizim sitenin tarafına. Hatta yolun karşısından geçerken volümü bile kısıyor.

Yine de nostalji olsun için isteyen bir komşum varsa akıllı telefonuna "Ramazan Davulu" ses dosyasını ücretsiz olarak anında yollayabilirim. Alarm sesi olarak bu dosya seçilirse, size özel davulcu istediğiniz saatte gelip çalıyor baş ucunuzda. Davulcuyu duymamak mümkün değil. Zira her beş dakikada bir gelip bakıyor, uyanmamışsanız yine başlıyor: "Dan-dan ta dan-dan-dan!"

Benim telefondaki saat alarmım "kalk borusu"dur. Alışkanlık işte... "Ta-taaa ti taaa!"

Telefon zil sesim de "Yollar uzun, dikenli, taşlı olsa daaa" şeklinde başlayan İzci Marşı'dır. İlk zamanlarda kişiye özel farklı müzikler seçiyordum. Sonra çevremdeki herkesi bir şekilde izci yapınca, buna gerek kalmadı. Günde en az on defa " İzci gülerek yürür!" şeklinde biten marşı dinliyorum. İzci liderlik eğitimleri dışında hiç sorun olmuyor. Eğitimlerde ise, "Yollar uzun, dikenli, taşlı olsa daaa" diyerek telefon çalmaya başladığında, herkes bir telaşla kendi telefonuna sarılıyor, iyi mi!

İzci ruhu, izcilik töresi diye bir şeyler varsa, "izci telefon sesi" diye bir şey de var! Bir garip millettir bu izciler...

Bizim ahali için Ramazan demek sıcak pide demektir. E bu sene fırınlar iftara 2 saat kala satışı kesiyorlar. Bu durumda pideler soğuk olacak-tı. "Olacak-tı" diyorum, zira ev pideleri hâlâ sıcak sıcak çıkıyor mutfak fırınlarından. Çevremde tanıdık tanımadık kim varsa ekmek yapmayı bıraktı, şimdi pide yapmaya soyundu. Sosyal medyaya düşen paylaşımlardan belli.

En kötü ihtimalle ekmek fırınından alınan pideyi, ısıtırsınız fırında. Hem daha bir çıtır olur... Artık gerisi size kalmış. Yararsınız çeyrek pideyi enlemesine doldurursunuz içine Allah ne verdiyse... Sıcak pide candır!

Adapazarı'nda Ramazan pidesi yılın 12 ayı bulunur. Da Ramazan ayı geldiğinde o pide daha bir lezzetlenir nedense!

Türkiye Fırıncılar Federasyonu Başkanı, Sakaryalı'dır, ortaokuldan sınıf arkadaşımdır. (Eskiden oda başkanlarıyken sık sık karşılaşırdık da, federasyon başkanları olunca pek karşılaşamaz olduk.) Bu sebeple az-çok torpillidir Sakarya fırıncıları... Bu torpil ekmeğin, pidenin, simidin lezzetine de yansır. D-100 karayolu (eski E-5) ya da TEM otoyolu üzerinde bulunan konaklama tesislerinde satılan yerel ürünler içinden en çok ekmek-simit satılır. Yolcular üçer-beşer alır Sakarya'nın taş fırından çıkma nar gibi ürünlerini.

Sakarya'nın ekmeğini, pidesini bir denemeniz lazım, sonrasında yolunuzu mutlaka Sakarya'dan geçireceksiniz. Demedi demeyin!

Islama köfteye lezzetini veren de o ekmektir. Yoksa köfte yurt genelindeki birçok yörede ünlüdür. Ancak ıslama köftenin hakkını vermek, sadece bizim buraların ekmeğiyle mümkündür.

Ekmeği ekmek yapan da hakkıyla mayalanmasıdır. Ha mayanız sağlamsa bile elektrikli fırınlarda ya da buharla pişen fabrika ekmeklerinde o doygunluğu bulamazsınız.

Sakarya'dan dışarı ne zaman çıksam en çok ekmek kokusunu özlerim. Hatta yurt dışına çıktığımda ekmeğin şeklini de özlediğim olmadı değil. Adamlardan ekmek istiyorsun, yağlı-sebzeli çeşit çeşit çörek getiriyorlar; fakat içlerinde ekmek gibi ekmek yok!

Bunu bir tek Londra'da hissetmedim. Fırının sahibi izci bir kardeşimizdi, Türk'tü. Çeşit çeşit ekmekler üretiyorlardı, her çeşidin üzerine ayrı bir etiket iliştiriliyordu. Etiketlerde, ekmeğin yapıldığı unun ülke olarak menşeii, buğdayın özelliği, hamurun mayalanma ve pişme süreleri belirtiliyor, saat kaçta fırından çıktığına kadar yazıyordu. Kimi Kanada unundandı, kimi Hollanda; kimi Alman mayasındandı, kimi Fransız. Süslü bir vitrinde kimilerinin üzerine az un serpilip altlarına da biraz sap saman yayınca aynı ekmek başka bir isim altında "traditional village bread" (geleneksel köy ekmeği) oluyordu. İsteyenin seçtiği ekmeği elektrikli fırında ısıtıyorlar, isteyene seçtiği ekmekten jambonlu, somonlu çeşit çeşit sandviçler yapıyorlardı.

Tabii ben yer miyim bunları? Yemem!

İndim alt kata, imalâthaneye. Baktım fırın dedikleri şey kocaman paslanmaz çelikten bir makine. Bizim taş fırınlarla uzaktan yakından ilgisi yok...

Ustalar hep Türkiye'den getirilmiş, pasta-çörek türleri için bir de Fransız usta tutuyorlardı imalâthanede. Fransız usta kruvasan tarzı çörekler, pastalar yapıyor, bizim ustalar ise Londra'da ne kadar Törkiş lokanta, kebapçı, çorbacı vs. varsa, hepsine bildiğim Sakarya ekmeği tarzında ekmekler üretiyorlardı. Mekânın asıl müşterileri bu lokantalarmış, yukarıda da yolu düşen perakendeci İngilizlere hizmet veriliyormuş. Bir tek pişirme araçları teknolojikti, un-maya hepsi en hasından Türk malı...

De nasıl oluyorsa o ekmekler, üst kattaki perakende bölümüne çıkınca isimleri, menşeleri, içerikleri değişiyor, çeşit çeşit isimler alıyor, benim için yenilmez oluyordu.

Aldım o son model pişirme ünitesinden çıkan sıcak bir somunu böldüm, mis gibi Anadolu kokuyordu.

Yardık ekmeğin karnını, doldurduk içine domatesi, beyaz peyniri, sivri biberi. Karşılıklı yedik Sakaryalı ekmek ustasıyla. Hiç unutmuyorum; tavşan kanı çayı da Düzceli yardımcısı demleyip getirmişti...

***
44. Gün

Pazar günü... Sahura kadar ahali uyumadı.

Eşimin mutfaktaki yaratıcılığını kullanıp iftardan kalan hiç ellenmemiş bir büyük pideyi enine keserek hazırladığı ve fırınladığı sahurluk iki pizzanın kokusuyla sahur vaktinin geldiğini anladık. Ahalinin keyfine göre seçtiği içecekle nefis bir sahur oldu.

Sahurları severim, oruç tutmayacak olsam bile sahuru hiç kaçırmam, farzı olmasa bile sünneti mutlaka yaparım. Zira bizim evde oruç tutmayan kolay kolay karnını doyuramaz gün içinde. Artık buzdolabını tırtıklar durursun akşama kadar.

Hele dışarıda yemek daha da zordur. Sakarya'da lokantaların, ayaküstü büfelerin neredeyse tamamı kapalı olur. Zar zor birkaç "zappar kafesi" bulunur. Onlar da ön yüzlerine perde filan çeker. Öyle olunca sanki gizli bir yere giriyor, saklı bir iş yapıyormuş hissiyatı gelir insana. Suçluluk duygusundan mekâna bir türlü giremezsin; ki ben evin balkonuna çıkıp bile bir şey yiyip içemem ramazan günü. Büyüklerimizden böyle gördük, böyle öğrendik; akait Müslümanıyım zahir...

Oruç, tutana kolaydır elbet! İbadeti yerine getirmenin, sevabını almanın iç rahatlığıyla akşamı eder insan. Hem ramazanda Yaradan yardım eder kullarına. Da tutmayana hiç kolay değildir ramazan günleri.

O nedenle sahuru kaçırmayacaksın agam! Yoksa iftara kadar, oruç tutmaktan beter olur, "Keşke oruç tutsaydım beya!" der durursun. En iyisi oruç tutmak, sıhhat bulmaktır. Hazır karantina günlerindeyiz, yat uyu, orucu uykuya tuttur, daha ne!

Bizim ahalinin durumu da aynı oldu. İftara 1-2 saat kala uyandı çocuklar. Ya da ben öyle yaptığım için onları da öyle sanıyorum; bilemem.

Çocuklar İtalyan mutfağını seviyor; hemen hemen bütün dünyada böyledir. Hamur işi ağırlıklı İtalyan mutfağı gençlerin favorisidir. Bakmayın şimdilerde bir suşi-manya yaşandığına; soralım bakalım pizza mı, suşi mi?

Kızçeme sordum, "Tabii ki suşiii!" dedi. Oğlum, "Suşi beni doyurmaz, ben pizzacıyım" dedi. Kendimizi gençten saydığımız için eşimle ben de pizzadan yana olduk.

Maçın skoru: İtalya 3 - 1 Japonya. Beklenen sonuç...

Suşinin yanında eser miktarda verilen, İngilizcesi wasabi (okunuşu vasabi imiş) diye yazılan yeşil sos var ya; işte ben onun hastasıyım. Pizzayı "vassâbi" sosa batırır yerim, makarnaya da bol bol katarım "vassâbi"yi. Ben böyle bir garip telaffuz edince çocuklar hemen düzeltip, "Vassâbi değil, vasabi babacığım" diyorlar. Oysa benim vassâbi'm ile onların eser miktarda kullanılan vasabi'si aynı şey değil. Hem ağzım, burnum, genzim hardal acısı ile çokça yanarken "vassâbi" demek bence çok daha yakışık düşüyor. Ne o öyle, basit bir telaffuzla "vasabi" demek, peh! Öyle acı ki meret; bana göre adı olsa olsa "vassâbi" olur kardeşim... Eminim İtalyanlar da geleneksel pizzalarını Japon icadı wasabi'ye batırıp yeseler adına "vassâbiko" derlerdi. Hem kim biliyor acı seven bir İtalyan'ın makarnasına wasabi katmadığını, di' mi ama!?

Bakındı, wasabi'nin konusu açılınca nereden nereye geldik.

Halbuki, iftar için eşimin İtalyan mutfağının dünyaca meşhur yemeklerinden olan "lazanya" yaptığını günlüğe not düşmekti bütün derdim.

Nefis kokusuyla beni âdeta "tazmanya canavarı"na dönüştüren lazanya'yı iftar topunun patlamasıyla birlikte yarışırcasına yiyince şiştim, yarı yolda kesildim haliyle. Gelen geçti, gelen geçti. Ben yarım dilim lazanya ile Daisy'den bile geri kaldım sofrada. Suşi sever kızım iki, oğlum üç dilim götürdü. Oğlana yetmedi, yatsıdan sonra bir dilim daha yedi. Allah doyursun!

Tex-Mex, İtalyan ve Japon mutfağına doğuştan yatkın olan ahalimizin damak kültürlerini daha da geliştirebilmeleri için, sahura Venezuela usulü "kızarmış ballı muz" ve İspanyol usulü "tapas" yapayım da, babaları daha neler neler biliyormuş görsünler bakalım.

Tabii tapas'a "Aa! Bu bildiğimiz ekmek üstü sıcak kanepe!" diyeceklerinden eminim. Fakat kızarmış ballı muzun adına, "fırayd banana vith hani" derlerse, sahur topunu beklemez, patlarım ben erkenden...

Top sesini duyunca "oruç saati girdi" diye hemen telaşlanmayın sakın; daha su içmek ve mideye depolamak için epey vaktiniz var.

Beyaz iplik, siyah iplikten -açık havada ve yapay ışıksız ortamda- çıplak gözle ayırt edilene kadar...

***
45. Gün
Mavi, Siyah, Yeşil... Renkler değişse de bere değişmez!
Farkındaysanız günlüğümdeki yazılar format değiştirmeye başladı. Çünkü her gün birbirinin aynı olunca gündelik yaşamla ilgili bir şey yazamıyorum.

Ne yazayım? Yine, "Her günü pazar günü gibi yaşayınca Pazartesi Sendromu kalmadı!", "Bugün markete tuz almaya gittim", "Bakındı! Dürbündeki kuşlar gene çiftleşti", "Gözlediğim karşı komşularda hâlâ tık yok!" şeklinde yazacak değilim ya!

Karantina yaşamı rutine dönüşünce bir heyecanı kalmadı gayri.

45. gündeyim, kanepenin oturduğum köşesinde bile hafif bir çöküntü oluştu. Karantina bitince ev eşyasını da değiştirmek gerekebilir. Zira 20 yılda kullanıldığından daha fazla kullanıldı şu karantina günlerinde.

Eşyaları yıpratan karantina günleri, kim bilir insanları nasıl yıpratıyor; hiç düşündünüz mü? Bence insanların da yaşlanma hızı arttı. Hareketsiz kalmanın, dar alanda yaşamanın ve daha çok yemek yemenin insan bedenine faydalı olmayacağı kesin.

Acaba diyorum, bu yaşam şekli korona virüs'ten daha mı çok ölüme sebep olacak? Hımbıllaşmış, ruhunu, heyecanını kaybetmiş bedenlerin, uzun süre düşük kalitede yaşamasının daha 50'sine varmamış ihtiyarlar yaratması psikologlarca nasıl değerlendirilir bilemem; ancak bu durumda hayat yaşansa da bir, yaşanmasa da bir. Dünyada işgal edilen yer hacmi üç metreküp olunca her yer aynı...

Sonuç: Hayat eve sığmıyor!

Pazartesi günü saat 17:00'de pide almaya fırına gittim. Çevreyolu üzerinde bulunan, yerelde epey ün salmış bir fırına aracımla gittim. Pidesi yakınımdaki fırınlardan farklı değil, fakat dört günlük sokağa çıkma yasağı boyunca hareket etmeyen aracın da az da olsa çalışması, hareket etmesi lazım.

Ben motorlu taşıtlarla ilgili temel bilgiyi askerlikte öğrendim. Tank Asteğmen olarak gittiğim ilk yer Ankara Etimesgut idi. İlk günlerde selam ver, rap-rap yürü, marş söyle, yemin töreni provaları filan derken geçti. Yemin merasiminden sonra motorlu ve zırhlı araçların teknik özellikleri, sök-tak işleri... Bir cip'i sadece bir tornavida ve bir anahtar takımıyla parçalarına ayırmak ve toplamak mümkündür.

Yeminden sonra kepleri çıkardık, siyah berelerimizi taktık. Artık cezai ehliyetimiz vardı; yemin edene kadar yokmuş meğer. Ön resepsiyonda check-in yaptığımız sırada görevli olan kimse söylemediğinden bilemedim değerlendirmeyi. "Oda servisi yok!", "Eşyalarım kurcalanmış!" diyerek ortalığı defalarca velveleye verebilirdim meselâ...

Dedelerim de ya fötr şapka takardı, ya bere. Makedonya (Selanik ve Manastır) göçmeni olduklarından iki dirhem bir çekirdek gezerlerdi. Torunların fötr şapkalara dokunması yasaktı, fakat berelere dokunmak serbestti. Bereleri imam takkesi gibi başımıza takınca "dede" olurduk, çıkarınca "çocuk".

Orta 2 başında hava izcisi olunca mavi bere taktım başıma. Bereyi sağa yatırmam gerektiğini o zaman öğrendim. Neden sola değil de sağa!? Onu da araştırdım öğrendim. Yoksa Fransa ya da İrlanda kırsallarında yaşayan köylülerin, İspanya'da Bask, Britanya'da İskoç, Balkanlar'da Makedon veya Boşnak halklarının yaygın ve günlük olarak başına taktığı berelerini, istediği tarafa yatırınca fırçalayan bir Üsteğmen'i ya da Yüzbaşı'sı yokmuş...

(Ara not: Yedek subaydım ben. Erbaşlar, ve başçavuşlar bize karışamazdı da, canımız sıkıldığında biz onlara karışırdık. Hatırlatın; bir gün onu da anlatayım.)

Ne zaman ki Highland'de kafasına göre takılan İskoç klanlarından İngiltere'ye bağlı düzenli bir kraliyet bölüğü kurulmuş. İşte o zaman, berenin ne yana yatırılacağı, armanın nereye takılacağı ilginç bir şekilde karara bağlanmış, gelenekselleşmiş.

Malum Birleşik Krallık topraklarında trafik akışı hâlâ soldandır. Arabaların direksiyonunu sağa takan zihniyetin bereyi de sağa yatırmasını yadırgamamak gerek...

Tören yürüyüşleri bizde, komutan locasına göre, soldan sağa doğru yapılır, Britanya'da ise -eskiden- sağdan sola doğru yürürlermiş törenlerde. İşte o yüzden İskoç Kraliyetinin berelere takılan armasını, İngiltere Kraliyet Ailesi'nin gözüne gözüne sokmak için sol şakak ile sol kulak arasına denk gelecek şekilde takmışlar. Doğal olarak bereyi de armayı saklamaması için sağa yatırmışlar. Askeri berenin sağa yatırılma olayı bundan ibaret. Maksat İngilizler çıldırsın!

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında Nato'ya katılan Britanya Ordusu da törenlerde tersten gelip karışıklık yaratmamak için çoğunluğa uymuş ve soldan sağa doğru yürümeye başlamış; ama bere sağ tarafa yatırılmış bir defa. Tarihi giyim-kuşam geleneği bozulmaz Britanya'da...

İskoçlar hâlâ etek (kilt) giyiyor meselâ.

Direksiyonları da inatla ve hâlâ sağ tarafa takıyorlar. Dünya gider Mersin'e, İngiltere gider tersine...

Kısacası, Anglosaksonlar ciddi tutucu ve geleneklerine bağlıdır. Keltler ise tutuculuklarının yanında ekstradan bir de cimridirler.

"İngiltere Kraliçesi resmi törenlerde, Lordlar ve Avam Kamaralarından oluşan protokolün karşısında, hâlâ yolun ters tarafından tek başına tören kıt'asını selamlıyor" deseler hiç şaşırmam doğrusu. Zira Kraliçe, Nato'dan bile eski beya!

Hayatta en kötü durum, Prens Charles'ın durumu olsa gerek. Bekle ki Kraliçe ölsün de sen Kral olasın. Ölme eşeğim ölme...

İşte böyle! Karantina boyunca oturduğum kanepenin köşesinde hiç olmadık düşüncelere dalıp, dünya meselelerini en ince noktasına kadar aydınlatıyorum.

Ne demiş, büyük önderimiz Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK: "Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve uğraşlardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır."

Ben de durduk yerde aydınlanıyorum zaar.

Yok! Henüz havalanıp, uçamıyorum. Denemeye devam...

Yumurtadan çıkacak yavru kuşlardan önce uçarım inşallah!

***
46. Gün
Çitos

Tırtıldan, balıktan, kuştan, tutun da yabani hayvanlara kadar her türlü hayvanla iletişim kurabilen çocuklarım var. Hamster'ından tutun da kaplumbağasına kadar baktık evde hiçbiri yetmedi ahalime.

Yavru köpek edinmek, kızımın konuşmaya başladığından beri istediği bir şeydi. "Evde köpek bakmak zordur" dedik sürekli ve ilerleyen yıllarda bir kedi sahiplendik.

"Çitos" çok güzel bir kediydi. "British Short Hair - Whiskas - Chocolate Tabby" özellikleriydi. Bize geldiğinde 29 günlüktü, toplam 2 yıl beraberdik. İlk yılı evde geçti. Oynaya zıplaya büyüdü de büyüdü, sonra sakin ve azman görünüşlü yetişkin bir kedi hâline geldi. Cinsi öyleymiş zaar.

Başta "Çitlembik" olan ismi de bu iri cüsseye yakışacak şekilde Çitos'a dönüştü.

Eşime ve kızıma, kedilere karşı alerji teşhisi konulunca ve her geçen gün alerji semptomları daha da artınca, çok zor oldu, ancak Çitos'u evden resim atölyesine taşıdık. Artık atölyede yaşayacaktı.

Atölye o zamanlar kalabalıktı, hatta zaman zaman giren-çıkan belli olmuyordu. Gelenlerin biri seviyorsa, beşi korkuyordu kedilerden. Çitos ile aynı odada durmaktan bile korkan öğrencilerim vardı. Çitos gelince korkusunu yenemeyip atölyeden ayrılan öğrenciler oldu. "Tamam ben derslere devam edeceğim, ama Çitos'u benden uzak tutun!" diyen kimileri sonradan kedi sever oldu, hatta evine 3-5 kedi alanları da oldu.

Bu durum Çitos'u yine de mutlu etmedi. Zira sürekli kapalı bir ortamda ve ne yapacağı belli olmayan insan ergenlerinin arasındaydı. Benden gizli gizli Çitos'a "işkence yapanı" da görünce veterinerimizle konuşup Çitos'a aradığı huzuru sağlayabilecek, bahçeli evde yaşayan, ona sağlıklı bir ortam sunabilecek yeni bir sahip arayışına girdik.

Veteriner'imize sorduk, bizim ahalinin Çitos'a olan düşkünlüğünü bildiğinden, "Yeni sahiplenenin kim olduğunu asla söylemem size. Dayanamaz, gider geri almaya kalkarsınız, ki o da olmaz Orhan abi! Madem transfer edeceksiniz, kuralım bu: Bir daha görmeyeceksiniz" dedi. Kabul ettik...

Bizimkiler Çitos'un arkasından 3 gün, 3 gece salya-sümük iç çeke çeke ağladılar. Zaten Çitos'un yanında da -alerjiden dolayı- hep salya-sümük nefessiz kalıyorlardı, değişen bir şey olmadı.

Ev ahalisinden bana bakan her kimse salya-sümük ağlamaya başlıyordu."Acaba" dedim, "alerjileri kediye değil de bana mı?"

Bu durum birkaç hafta devam etti. Çitos'u götürüp veterinerliğe bırakan ben olduğum için, benimle bir müddet konuşmadı ahali.

Yahu kedilere alerjisi olan ben değildim ki! Kararı da tek başıma vermedim...

Hem atölyede kaldığı sürece mamasını-suyunu veren ben, kumunu temizleyen ben, hırçın ergenleri Çitos'tan uzak tutmaya çalışan, kış gecelerinde üşümesin için 24 saat kalorifer yakan yine bendim. Buna rağmen, ihale üzerime yıkıldı...

Aradan birkaç yıl geçti. Kızçeme İngilizce bir sunu hazırlama ödevi verirken, "Konuyu kendin seçebilirsin!" demiş öğretmeni. O da köpekler üzerine bir sunu hazırlamaya karar vermiş. Tabii bunun için kendince bir araştırma yapmalıymış. Bir kitapçıya gidip günlerce köpekler hakkındaki kitaplarını inceledi, açtı, okudu. Beğendiği birkaç kitabı da satın aldık. Ödevini itinayla yaptı. Tam puan aldı...

Artık tüm köpek cinslerini, davranış biçimlerini vs. 40 yıllık bir köpek sahibi gibi biliyordu. Çarşıda pazarda ne zaman bir köpek görse gidip sever bir haldeydi.

Bir gece annesiyle beni odasına çağırdı, bilgisayarın önüne bizim oturmamız için iki sandalye konulmuştu.

Hazırladığı bir sunuyu bizim izlememizi istiyormuş. Sunu bitene kadar sessizce izlemeliymişiz. Masasının üzerine de atıştırmalık bir şeyler koymuş, "Çay mı kahve mi yapayım size?" diye sorarak çıktı odadan. Biz seyre koyulduk. Bu defa hazırladığı sunu Türkçeydi, fakat konu aynı: "Köpekler!"

Üşenmemiş, haftalarca uğraşmış bu sunu için, resmen profesyonel bir sunu niteliğindeydi. Bize, "Pes!" dedirtti...

Meğer o aylardır araştırıyormuş hâlâ! Hangi köpek alerjiktir, hangisi değildir; hangisi ev ortamına, hangisi bahçe ortamına uygundur, hangi cins ne yer, hangi cins daha insancıldır, hangisi bekçidir, hangisi oyuncudur vs. Köpeklerin bilimsel ve evrimsel özelliklerine kadar her şey vardı sunuda...

Sununun sonunda da bir kısa film izletti bize. Senaryosunu kızçem yazmış, okulda çekmişler, kızım ve arkadaşları oynamış.

Hayran mı olalım, ağlayalım mı bilemedik eşimle. Filmde köpek sahibi olduğu için hayata daha sevecen bakan, yaşamdaki başarısı artan bir kızın öyküsü anlatılıyordu. Baş roldeki kız benim kızçemdi...

Damardan girmişti hınzır! Eşim usul usul ağlıyordu.

Başa dönüp üç-beş kez daha seyrettik sunuyu, kimi yerlerde durdurup, aklımıza gelen soruları sorduk. Tek tek cevapladı. İnanın, veterinerler bilemezdi bu kadarını...

Sonra ince(!) bir seçenek sundu bize. At binmeyi de seviyor ya; "Ya bana bir at alırsınız ya da köpek, karar sizin!" dedi.

Tabii anında karar verilmişti. Zira iki-üç yıl da "At istiyorum" diye gezeceği garantiydi. Gözlerinde o azmin parladığını görmüştük. Kim bilir daha nice at sunuları, filmleri izleyecektik. "Hangi at ev ortamına uygundur, hangi at değildir" falan... Çekilir kahır mı Allah aşkına!

Gecenin sonunda artık bir köpek sahiplenmemizin zamanı geldiğine kani olmuştuk...

Gerçi en baştan bir at sunusu ve filmi seyrettirseydi bize, başta "At istiyorum" diye girseydi konuya, eşimle ben zaten büyük cins bir köpeğe de razı olurduk anında. Fakat kızçemi adım adım yönlendirerek(!) akıllıca bir taktik izledik ve küçük boyutlu bir köpeğe razı etmeyi başardık..

Ebeveynler olarak yine biz kazanmıştık! He he he...

***
47. Gün

Vay be günler ne çabuk akıp gidiyor. Karantinada 47. günüm dolmuş; oysa bana bir hafta gibi geldi. İyi mi, kötü mü; bilemedim.

Bir ay olmuş Sapanca eve gidip annemi görmeyeli. Yanında kız kardeşim ile kızı olduğu için içim rahat. Fakat hani biz de gidelim karantinanın bir bölümünü, en azından ramazana denk gelen bölümünü orada maaile geçirelim istiyorum da, kızçemin bagajda seyahat etme cesareti bende yok. Hiç bagajda canlı insan taşınır mı? Kaldı ki bagajda ya mafya tarafından kaçırılan insanların ya da cesetlerin taşındığını görüyoruz Amerikan filmlerinde. E ama burası Amerika değil, ben de mafya değilim.

Bu durumda mafya babası rolüne soyunmaktan, kızımı arabanın bagajında Sapanca'daki eve kaçırmaktan başka çarem yok. Hayır, Sapanca'dakileri Serdivan'a getirmenin de imkânı yok. Zira annem 65 yaş üstü, yeğenim 2000 doğumlu... İkisi de sokağa çıkma yasaklı. Hem bizim arabanın bagajı tek kişilik, iki kişilik değil ki! Annemle yeğenimi öldürmeden bagaja sığdırmam zor. Öldürmem çok daha da zor!

Tövbe tövbe neler düşünüyorum ben böyle!

Neyse kalktım, Daisy'ye, "Yürü Sapanca'ya gidiyoruz!" dedim. Ben sevgili eşofmanımı çıkarıp pantolonumu giyene kadar kapının önünde hazırol'da bekledi. Türkçeyi henüz konuşamıyor ama gayet iyi anlıyor çocuk. Yakında konuşmaya da başlayacağını umuyorum.

Hay Allah! İronik bir yaklaşım olacak ama, 14 yaşındaki kızçemin oturamadığı arka koltuğa, 7 aylık Daisy oturabiliyor. İsterse yatar bile. Onun koltuğa kurulmasına, yatmasına yasak yok. Yasaklar insan çocuklarına, yaşlılarına...

Arabaya binince açtım radyoyu; haberlere denk geldim. Çocuklarla bir yere gidince radyoda mutlaka pop müzik çalıyor. Kanal yine aynı kanal, ama ben araçta yalnız olunca hep haberler çıkıyor nedense.

Milli Eğitim Bakanı açıklamış: "İlk dönem karne notlarına göre, tüm çocuklar bir üst sınıfa sorumlu olarak geçirilecek" demiş ve "uzaktan eğitimin mayıs sonuna kadar devam edeceğini" eklemiş. Bu demek ki, bu sene daha okullar açılmaz. Herkesin velisi gider direkt çocuğunun karnesini alır. Tabii bu durumda çocuklara karne hediyesi almak caiz midir? Nihat (Hatipoğlu) Hoca'ya canlı yayına bağlanıp soracağım bunu... Bilse bilse o bilir!

Bu işe en çok Daisy sevinmeli. Karantina günlerinde kalabalık aile ortamında yaşamaya alıştı iyice. Ben işe, oğlum Ankara'ya, kızım okula gidecek olsa, bu hayvancan evde tek yakaladığı eşimle sabahtan akşama kadar uğraşır durur, kadını çıldırtır 4x4 enerjisi ile... Şimdiki kalabalıkta Daisy'nin kişi başına düşen 1x4'lük enerjisiyle dahi yerine göre başa çıkamıyoruz.

Bir bakıyoruz, Daisy almış ağzına eşimin terliğini kaçırıyor. Kadıncağız, Nasrettin Hoca misali, "Bu teki de unutma" diyor ve elindeki terliğin öteki tekiyle, Daisy'ye yetişmeye çalışıyor.

Daisy adil, son derece dengeli bir hayvan. Eşimin sol terliğini ne kadar dişliyorsa, hiç zaman geçirmeden sağ terliğini de o kadar dişliyor, iki tekine de eşit muamele gösteriyor Hz.Daisy. Kantarı şaşmıyor, bir gün bir terlikle, ertesi gün diğeriyle... Nadiren ikisiyle birden gününü gün ediyor. Ayakkabılar her eve dönüşte dezenfekte edildiğinden onların kokusunu pek sevmiyor, onlara bulaşmıyor. Ya da terlik tercih ediyor; çizgisi belli, seçtiği parfüm belli.

Vardık Sapanca eve; giderken ramazan pidesi ve Süt54 büfesinden aldığımız sütü götürdük. Anne işte; sanki hiç pide yememiş, süt içmemiş gibi sevindi. Pideyi sardı sarmaladı ki iftara kadar soğumasın, sütü de hemen kaynatmak için ocağa koydu. "Bu sütten çok güzel yoğurt oluyormuş, süt satış büfesindeki eleman öyle dedi" dedim anneme.

Eşim bilemedi ilk aldığımız sütten fırın sütlaç yaptı. O da çok güzel oldu. Görevlinin sözünü dinler, bir dahakine biz de yoğurt tutarız. Hele önce annem bir mayalasın, bakalım nasıl olacak!?

Hoşbeşten sonra Serdivan'daki eve geri döndük Daisy ile.

Sapanca'ya giderken çevirme filan görmedik de geri dönerken herkesi olduğu gibi bizi de çevirdiler. Mavi yelekli görevliler şöyle uzaktan bir baktı aracın içine doğru. Maskeli bir adam ve maskeli bir köpek! Yüzümdeki maskeden tanıdılar(!) beni hemen, içlerinden biri, "geç/devam et" babından bir el hareketi yaptı. Yahu madem ateşimi filan kontrol etmeyeceksiniz, niye çeviriyorsunuz yolunda giden Maskeli Kahramanı ve kendini "Sanço Panço" rolünde varsayan köpeğini?

Asıl niyetim Daisy'nin de ateşine bir baktırmaktı. Hatta ona bir de korona testi yaptırmak gerek; olmadı. Zira Sapanca'daki bahçede koklamadığı bir kuş pisliği, köşesine işemediği bir çimenlik kalmadı. Korona buna bulaşmayacak da, bana mı bulaşacak!? Peh!

Eve geldik, Daisy arabadan iner inmez evin yolunu tuttu. Artık buralar iyice ondan soruluyor. Kapıyı, bacayı öğrendi...

Daisy 10-15 dakika için evden dışarı çıkanı bile büyük bir heyecanla 40 yıl görüşmediği dostu gelmiş gibi karşılıyor ya hani, eşim de Daisy'yi öyle karşıladı kapıda. Aman aman; ne hasret kalmışlar birbirlerine. Daisy'nin bahçede çer-çöp ne varsa kokladığını, her yere işediğini söyleyince, hasretlik paniğe dönüştü. Eşim Daisy'yi aldığı gibi doğru banyoya götürdü.

"Ben seni bir daha sokağa salar mıyım? Ne bu pislik!? Seni gidi seni! Hiç utanmıyor musun bu hâlinden!?" diyerek kafasına vura vura sabunlayıp yıkadığından eminim. Beni de annem öyle yıkardı zaar...

Serdivan eve gelirken yine pide ve süt aldım. Fırın da, süt büfesi de aynı; ayrı ayrı gittiğim iki yerdeki satış görevlileri bana bakıp şöyle bir duraksadı. Öyle ya aynı adam neden bir saat arayla gelip aynı miktarda aynı türden alışveriş yapsın? Dejavu yaşadıklarını sanıyor olmalıydılar.

Süt54 büfesindeki eleman bana, "Bu sütten çok güzel yoğurt oluyor" diyerek yaşadığı dejavuyu test etmek istedi. Ben de katmerledim ve kelimesi kelimesine aynı cümlelerle ona karşılık verince çocukcağızın rengi attı. Maskesini aralayıp kolonya şişesini burnuna götürüp kokladı...

Ödemeyi aynı para birimiyle yapıp, aynı el hareketiyle görevliyi selamlayıp ayrıldım büfeden. Dejavuyu bozmamak için arkama bak(a)madım...

Şeytan diyor, "Git bir saat sonra, bir 5 litre süt daha al!" Da ramazan günü görevlinin oruç kafasını hepten hiç etmeye kıyamadım, iftarı acil serviste yapmasın istedim.

Fakat şeytanın işi ne! Aradan bir saat geçti, kulağıma kulağıma fısıldıyor hâlâ...

Getirdiğim sütü ne yapacağını sordum eşime, "Bu defa yoğurt yapacağım, bu sütten güzel yoğurt olur" demez mi!

Kanım debreşti... Günah benden gitti!

"Gidip Süt54 büfesinden bir 5 litre süt daha alayım mı? Sütlaç da yapalım yine!"

***
48. Gün

Standart bir karantina günü...

Üç günlük sokağa çıkma yasağı ve ramazan olması, ikindiden sonra beni yine fırının yoluna çıkardı. Pide almak haricinde bol bol telefon görüşmelerim oldu. Başka da bir şey yoktu.

İftardan öncesinde sağanak yağmur indi. Mis gibi koktu toprak.

İftar topu patladı, Allah kabul etsin.

Yemekten sonra kızçem Daisy'i dışarı çıkarmak için hazırlandı ama yağmur çiselemeye devam ediyordu ve Daisy'nin yağmurluğu yok ki giysin. Kızım ona da market poşetinden bir yağmurluk biçti hemen. Çok yeteneklidir bu konularda, koli bantı ve bir market poşeti ile harika bir yağmurluk yaptı anında. Artık Migros'tan yeni alınmış gibi bir köpeğimiz vardı.

Baktım balkondan, hava kararmış iyice ve bahçede in-cin top oynuyordu. Dedim, "Ben de geliyorum."

Zira, iftar sonrası hareketsiz kalmam çok da sağlıklı olmayacaktı; "Kısa bir yürüyüş bana da iyi gelir" diye düşündüm ve çıktık bahçeye.

Daisy bu yerinde duramaz ki. Bir orada bir burada... Sanırsınız çita olmaya özeniyor. Öylesine hızlı koşan, su birikintilerine kâh giren, kâh üzerinden atlayan bir Migros poşetini Migros'un CEO'su bile görmemiştir. Biz gördük...

Kızçemle havadan sudan sohbet ettik, hoşuna gitti. Baktım eve dönmeye hiç niyeti yok. Fakat Daisy'nin dili bir karış sarkmıştı, koşturmaktan yoruldu hayvancan.

"Gel o zaman biraz arabayla gezelim" dedim. Kızım korka, çekine, "Olur mu, ama yasak değil mi?" derken çıktık siteden dışarı.

Ara sokaklarda dolanıyordum. Çocuklarıyla oradan oraya giden başka insanları görünce az da olsa rahatladı kızım. Bir benzinlikten ona gazoz aldım ki, heyecan ve gerginlikten kuruyan boğazı rahatlasın. Daisy'ye gazoz almayı unutmuşum. Pek bir ağlamaklı oldu, belli ki o da susamıştı.

Kızım, "Baba beni okuluma götürür müsün? Özledim!" dedi. "Olur" diyerek direksiyonu okula doğru kırdım. Beş dakika sonra okuldaydık. Kapıda gece bekçisi vardı, maske ile bizi öylece görünce kapıda tedirgin oldu haliyle. Derdimizi anlattık. Bahçeye girmemize izin verdi.

Anam, babam bu ne hız! Meğer kızçemin de Daisy'den farkı yokmuş. Yok yok bi' farkı var: Kızımın yağmurluğunda turuncu koskocaman M harfi yoktu. Birlikte koca okul bahçesinin bir o tarafına bir bu tarafına koştular. Okul binasını tavaf ettiler defalarca. Daisy'e de içme suyu bulmuşlar, o da can bulmuştu yeniden.

İnanın gece bekçisinin gözleri yaşardı kızçemin duyduğu sevinç karşısında.

Çay ikram etti bana; bekçi iyi adam... Çay içen herkes gibi...

Yarım saat sonra teşekkür ederek vedalaştık bekçiyle.

Eve dönerken, "Sen okulda hep böyle misin?" dedim.

"Daha ne yaptım ki! Sen beni bir de sınıfta gör! Okuldaki beni hiç bilmiyorsunuz!" dedi. Eyvah eyvah!

Karşıdan bir polis panelvanı göründü çakarlarıyla... Kızım arka koltukta put gibi kesildi, âdeta nutku tutuldu. Panelvan yanımızdan geçti gitti, kızım derin bir oh çekti. Ben çaktırmadan aynadan onun bu dehşet-panik anını seyrettim; ona belli etmeden içten içe güldüm. Ne bilsin polis aracını görünce yavaşlayıp, geçişme süresini uzatabildiğimce uzattığımı. O da beni bilmiyor zaar...

Siteden içeri giriş yaptık, arkadan bir çığlık koptu, "Yaşasın! İlk suçumu işledim!"

Yahu insan suç işleyince sevinir mi böyle? İleri de seri katil de olur bu! Arka koltukta 1,25 canavar taşıyorum. Bu da suç sayılır mı? 1 tam kızım içinse, 0,25 de Hz.Daisy the Migros için...

Evin balkonunda, ona haber vermeden ortadan kaybolduğumuzu anlayan eşim bizi bekliyordu. "Nereye gittiniz siz?" diye sordu.

Kızım: "Suç işlemeye gittik ve yakalanmadan döndük, merak edilecek bir şey yok yani" dedi.

2,5 kişi olarak suçlu suçlu girdik eve...

Hesaplayabildiyseniz; kendime de 1,25 puan verdim. Karantina, ramazan derken göbeklendim yine. Aferin Orhan, aferin!!!Kapıyı açan eşim başladı bizi paylamaya, "Ya yakalansaydınız! O zaman ne olacaktı? Okuldan kaçanı bilirdim de okula girmeye çalışanı hiç bilmezdim" falan filan diye...

Bir şarkı düştü dilime, Cem Karaca'dan; "Düştüm mapus damlarına öğüt veren bol olur."

***
49. Gün
Kim olduklarını yazmaya gerek yok!

O pazar sabahlarında, erkenden kalkılırdı. Kahvaltı filan erkenden yapılır; sofra, ev erkenden derlenip toplanırdı. Babam tıraş olur, giyinir, kravat takardı. Bizi de şık giydirirdi annem. Bir yere gideceğiz sanır, sevinirdik. De evden dışarı bile çıkmamıza izin verilmezdi. Gözler kapıda, kulaklar zildeydi; ara ara pencereden bakılır, gelen giden var mı diye sokak gözlenirdi.

İnce bir heyecan olurdu ev ahalisinde. Hazırlık yapılır, öylece hazır kıt'a beklenirdi.

Sanırsınız Cumhurbaşkanı, yok o olmazsa mutlaka Vali filan gelecek eve misafirliğe...

Derken kapı çalar, ya gözlüğü burnunda asık suratlı bir vergi memuru ya da güler yüzlü gençten bir öğretmen gelirdi.

Gelenler "Sayım Memuru" imiş. Nereden anlardık; çünkü bizi tek tek sayar, nüfus cüzdanlarımızı ister, bir defterden sorular okur, verilen cevapları not ederlerdi. "Hiç düşük yaptınız mı?", "Çocuklarınıza çocuk felci aşısı yapıldı mı?" gibi ne anlama geldiğini bilmediğimiz sorular da sorulurdu.

Sayım Memuru'na çayın yanında ev yapımı börek, kurabiye ikram edilirdi.

Bir yarım saat sonra Sayım Memuru gider, ama biz yine öylece resmi resmi beklerdik evde. Merakla, "Şimdi kim gelecek?" diye kapıyı gözlerdim. Öyle ya babam kravatını çıkarmamıştı, demek ki var daha gelecek... Fakat kimse gelmezdi başka. Tüm gün öylece bekleyerek, radyo dinleyerek, yayın başladığında televizyon izleyerek geçerdi.
...

Bir cuma sabahı, okullar daha yeni açılmış, yazın verdiği coşkudan henüz kurtulamamışım...

Dededen kalma evimiz Çark caddesi ile Lüleci sokağın köşesindeydi. İki katlı ahşap bir ev.

Her zaman olduğu gibi 06:30'da kalktım. Kız kardeşim de kalktı. Okul formalarımızı giyip alt kata indik, okul çantalarımızı topladık. Ajan filan olacak yaşta değildim ama James Bond modeli çantam vardı o zamanlar. Onun içinde ne gizli evraklar taşıdım yıllarca kimse bilemez. Hiç veremediğim aşk mektuplarından tutun da, hazırladığım halde kullanmaya hiç cesaret edemediğim fizik kopyaları...

Kahvaltımızı ses çıkarmadan kendimiz hazırlardık biz. Annem babam uyansın istemezdik. Kız kardeşim lise 1'e, ben lise 2'ye gidiyordum. Kendi işimizi kendimiz yapabiliyorduk. Çay demlemek benim işimdi, sofrayı kurmak kız kardeşimin.

Fakat yine de tam ayakkabılarımızı giyip evden çıkarken annem kalkar uğurlardı bizi okullarımıza.

O sabah da böyle oldu. Tam evden çıktım, dışarı bir adım attım, "Gir içeri !" diye bağırdı, sokak başında duran miğferli, hâki parkalı, eli tüfekli bir asker.

Kapıyı daha çekmemiştim, hemen geri içeri girdim yarı açık kapıdan kafamı uzattım, "Ama okula gideceğiz biz" dedim. "Gidemezsin! Okul mokul yoh bugün! İhtilâl oldu! Kimse dışarı çıkmayacah!"

Biz kız kardeşimle birbirimize bakarken, annem hemen yukarı kat merdivenlerine doğru seğirtip, yukarıdaki odalarında hâlâ uyumakta olan babama, "Kalk, kalk ihtilâl olmuş!" diye seslendi. Babam don-paça kalktı, ön pencereden kafasını uzatıp askere bir kez de o sordu.

Cadde boyunca her sokak başında birkaç asker varmış, Şerefiye camii önündeki ana kavşakta tank...

Korkudan biz pencereden kafamızı çıkartıp bakamadık.

"İhtilâl nedir?" diyorum. "Askeriye ihtilâl yapmış!" diyor babam.

Yahu ihtilâl tam olarak ne demek? Cevaplayan yok.

Babamla annem ihtilâl sabahları konusunda tecrübeli tabii, hemen radyoyu açtılar:

"Kaaanla, irfanla kurduuuk, biz bu Cumhuriyetiii / Ceeehennemler kuduuursa, ölmez nigâhbanıyız. / Yaşa varol Haaarbiye, yıkııılmaz satvetinle..."

"Hakikaten ihtilâl olmuş" dedi babam Harbiye Marşı'nı duyunca. Da ihtilâl ne demek, hâlâ bilmiyordum.

Anarşi ne demek biliyorum; komünist-faşist ne demek, kime ilerici, kime ülkücü denir, aralarındaki farklılık nedir biliyorum... Gür bıyıklı komünistler genellikle yeşil parka, devrik bıyıklı faşistler pardesü giyerdi. En büyük farklılıkları buydu. Toplum polisi denilen beyaz kasklı, acı yeşil üniformalı polislerle her lise giriş çıkışında kapışırlardı. Ticaret Lisesi solcu, Adapazarı Lisesi sağcıydı.

Bakındı şimdi keşfettim... İlginçtir, solcular parayı kovalamayı tercih etmiş. Gittikleri lise Ticaret Lisesi'ymiş... Demek ki hakikaten o zaman da para kazanmayı bilmiyorlar, öğrenmeye çalışıyorlarmış.

Bence para kazanmak öğrenilen bir şey değil. Genetik miras. Aileden verasetle intikal eden bir alışkanlık...

Babaannem, sokakta, sopa, muşta, zincir, bıçak vs. artık evde ne varsa okul yolunda sabah, öğle, akşam birbirlerine saldıranları sağcı-solcu diye ayırmaz, hepsine birden "anarşit" derdi.

Manav kadınıydı ya, bulaşmazdı öyle etliye sütlüye. Yeter ki biz çocuklar yakantop ya da istop oynarken topu onun evinin duvarına çarptırmayalım. Anında çıkar cama, elinde mangal maşası bağırır dururdu çocuklara. Korkumuzdan kaçışırdık.

Sanırım babaannem de gizli anarşit idi.

Bizim iki katlı evle arasında, ortadan tahta perde ile ikiye ayrılmış bir bahçe olan, su basman üstü düz ayak küçük bir evde otururdu. Sabah akşam, pencere önünde oturur kur'an okurdu. Ne zaman baksak oradaydı...

Oynarken topumuz onun bahçesine kaçarsa gidip alamazdık. Korkardık zaar...

Zavallı toplar 5-6 basamakla çıkılan merdiven sahanlığındaki ayakkabılıkta, ayakkabılarındaki çamurları temizlemek için tuttuğu bağ bıçağından asla kurtulamazdı. Topları bıçakla kesip bahçenin bizim olan tarafına ya da sokağa atardı. Artık top nereden gelip onun bahçesine girdiyse, kesip iki parça olarak yine oraya iade ederdi. Bir de hiç şaşmaz; "Şimdi ayrı ayrı oynayın da göreyim bakalım!" derdi.

Bir gün pazardan geliyormuş; başında kara baş örtüsü, üzerinde hep bildiğim mantosu. Geldi yanaklarımızı sıktı, pazar çantasından çıkarıp kız kardeşimle bana birer elma verdi. Pamuk Prenses masalını daha yeni okumuş, filmini daha yeni seyretmişiz. Zehirlidir diye elmaları yemedik, iyi mi! Daha da bize bir şey vermedi. Bayramlarda el öpmeye gittiğimizde nereden buluyorsa bayat lokum çıkarıp verirdi kapıdan. İçeri bile almazdı. Evine girmem herhalde üçü haydi bilemedim dördü geçmemiştir yaşadığı sürece.

İhtilâl ne demek, 12 Eylül 1980 günü ekstra yayın yapan TRT'den öğrendik. Ortada Genelkurmay Başkanı iki tarafında da Kuvvet Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı oturuyordu. Neden ihtilâl yaptıklarını bir güzel anlattılar ki... İhtilâl çok iyi bir şeymiş (!); onu öğrendim...

Sokaktaki anarşi şıp diye bitmişti, "Oh olsundu o anarşitlere!" De babaannemin ki askeri ihtilâl filân dinlemedi, çocukların topları yine kesilmekten kurtulamadı...

O zaman da pazartesi sabahına kadar süren sokağa çıkma yasağı sebebiyle evden çıkamamış, okula gidememiştik. Pazar sabahı Çark caddesinden geçen bir ekmek kamyonetinin peşinden koşturup, iki ekmek alıp koşa koşa eve dönmüştüm.
...

Nüfus sayımı ve ihtilâl sebebiyle ilan edilen sokağa çıkma yasaklarından sonra, yıllarca sokaklarda gezdim durdum da canım sokakların kıymetini bilememişim e mi!

Şimdi de korona virüs sebebiyle sokağa çıkma yasakları yaşıyoruz. Evde oturup bekliyoruz.

Korona mı eve gelip bizi sayacak, yoksa korona virüs ihtilâl mi yaptı! Bilen yok vesselam...

Yine radyoyu bi' açalım hele...

***
50. Gün

Öyle bir cumartesi günü oldu ki, hiç olmadı. Sayılmaz...

Gün öylece geçti gitti. Hava yağmurlu bir ramazan günü olunca evde oturmak kolay oluyor; hatta kolaydan da öte... Uyuyarak geçti.

Arada gelen telefon aramaları ve mesajları olmasa yaşanan bir şey yok. İftara kadar kâh uyuyarak, kâh yapacak bir şey bulamayarak geçti. Kızılay mesajları geldi durdu, daha kaç kez 10 TL isteyecekler meraktayım.

Düşünün bir, uykunuzun en derin anında, bisikletli biri gelip sizi uyandırsa ve "Abi 10 lira versene!" dese, bunu da gün içinde sürekli tekrarlasa, n'aparsınız?

İşte ben onu yapamıyorum!

Neden mi bisikletli biri? Cep telefonumun mesaj bildirim sesi bisiklet zili olarak ayarlı; ondan canııım...

Yeni kitap siparişi vermem gerek; zira, 15-20 yıl önce edindiklerime kadar evde ne varsa tekrar okudum. Malum 1999 Depremi öncesinden kalan bir kitap yok bizim evde... Okuduğu bir kitabı da 20 yıl içinde unutmuyormuş insan. Bisiklet sürmek gibi. Hatırlamıyorum sanıyorsun, ama okumaya başlayınca hemen biliyorsun.

İzlemeye başlayıp, beğenmediğim film ve dizilerle doldu profilim; Netflix keyfi bitti benim için. Çocuk filmlerine, animasyonlara filan geçtim. Ki 23 yıldır mütemadiyen çocuk filmi, çizgi film seyrediyoruz evde. Kızçem de büyüyor, kurtulacağız bu işkenceden yakında. Umarım...

İftardan sonra oturduk ahali boyu, Kanada merkezli dünyaca ünlü Güneş Sirki'nin (Cirque Du Soleil) muhteşem ötesi son dönem gösterisini izledik. Karantina günlerinde evde sıkılanlar izlesin diyerek internet üzerinden yayınlamışlar. Tam 1,5 saat sürdü. Bu gösteriyi canlı izlemek için yer seçimine göre, 107 ile 460 ABD doları arasında bir ödeme yapmak gerekiyormuş. Tabii bilet kalırsa, bu sirkin her gösterisinin biletleri aylar önceden tükeniyormuş.

Bir modern zaman sirkidir Güneş Sirki, alışılageldik klasik sirklere benzemez, mesela gösterilerinde atlar, filler, aslanlar yoktur; sadece palyaçolar ve akrobatlar/cambazlar...

Ama ne akrobatlar, ne cambazlar! Metrelerce yukarıda sallanan trapezlerden aşağıdaki havuza şekilden şekile girerek; taklalar, burgular atarak eşgüdümle bırakıyorlar kendilerini. Havuz dediğime bakmayın; bir açılıyor bir kapanıyor, bir sığlaşıyor bir derinleşiyor. Bildiğiniz sahne teknolojisinin su dolu yenilikçi versiyonu. Fakat kapandığında ya da yükseldiğinde az önceki havuzun yerinde kupkuru bir sahne zemini oluyor. Mühendisliğin, teknolojinin dibine vurulmuş.

Trapezlerden aşağı atlayanlar nasıl oluyor da her seferinde havuzun açık ve derin yerine denk geliyorlar anlamadım. Havuz havuz değil, derinliği sürekli değişen parçalı-oynak zeminli bir şey.

Bir bakıyorsunuz balerinler klasik bale figürleri ile dans ederek giriyor sahneye, onları seyrederken ne zaman açıldığı anlaşılmayan havuza bir anda atlıyor ve su balesi yapmaya başlıyorlar.

Palyaçolar bile bir salın üzerinde yapıyor tüm gösterilerini.

Diyeceğim şu; ben bu muazzam gösteri de bile uyudum. Kızçem dürttü uyandım, yoksa horlardım bile.

Yahu bir sirk koreografisinde bu kadar yumuşak müzikler kullanılırsa ben de uyurum elbet. İnsan bir trampet tremolo'su yapar, heyecanlandırır, yerine göre korkutur izleyiciyi di' mi? Yok ama bunlar âdeta bir Broadway şovu yapıyorlar. Seyirci kendini cennette ya da rüyalar âleminde hissediyor. Ağzın açık seyrederken, ağzın açık horlar pozisyona geçmen an meselesi. Cennetten rüyaya, rüyadan cennete gidip geldim 1,5 saat boyunca. Kızım da cehennem zebanisi gibi sürekli dürtüp durdu beni...

Zaten bünye uyumaya iyice adapte oldu. İftar sofrasında bile esniyorum beya.

Yüz Yıl Uyuyan Prenses'in rekorunu yarıladım. Zira bana evde karantina altında geçen her gün bir yıl geliyor.

50 yıl göz açıp kapayana kadar geçti bile...
...

Not: İzlemek isteyene gösterinin bağlantısı aşağıdadır:
https://arteconcert-a.akamaihd.net/am/concert/076000/076600/076634-000-A_SQ_0_VOA-STA_03416125_MP4-2200_AMM-CONCERT-NEXT_syEh1Kq24F.mp4

***
51. Gün

Bir pazar günü, sokağa çıkma yasağı var, üstelik hava yağmurlu...

Böyle bir günde ne yapılabilir?

İşin garibi ilk günlerde dünya kadar yapacak iş bulurken, şimdi kimse yapacak bir iş bulamıyor, kendini oyalayamıyor ahali.

Kızçem bıraksan odasından dışarı çıkmayacak, hatta yemeğini alt katta telefon açıp odasına isteyecek duruma gelmiş. "Covid-19 tedbirleri kapsamında oda servisi veremiyoruz, siz restorana inip yemeğinizi yemek durumundasınız" dedi eşim telefonda.

Oğlum bilgisayarda oyun oynamaktan sıkılmış artık. "Bıraktım oyun oynamayı, artık baydı" dedi. 40 gün 40 gece süren kanlı savaşlar nihayet bitti. Evdeki kılıç kalkan sesleri kesildi, barış dönemi başladı. Bakalım savaşmadan ne kadar durabilecek?

Eşim, mutfak becerilerinin tümünü tamamladı ve kapanışı pide-lahmacun ile yaptı. Daha da ne yapabileceğini bilmiyor. İnternette aranıyor; "deniz tarağı, istakoz, ahtapot, kalamar, karides" bulabilsek Sakarya'da, deniz ürünlerine girişecek fakat o tür ürünlerin tazesi bulunmaz Sakarya'da. Hemşehrilerimiz sadece balık yer. Gerisini bulsan bulsan dondurulmuş ve yarı işlenmiş halde bulursun. E bu da kesmez kadını, dondurulmuş ürün asla kullanmaz.

Bana gelince... Yok gelmeyin bana. Bırakın beni kendi hâlime... Film-dizi seyretmekten, evdeki kitapları tekrar okumaktan şiştim. İki-üç günde bir yaptığım fırın-market alışveriş işi de olmasa fiziki hareket sıfır. İnternette gezinecek yer dahi kalmadı sanki... Kardeşlerimizle zoom üzerinden yaptığımız haftalık görüşmeler olmasa saçımı bile taramayacağım.

Diyeceğim o ki; yakında elektrik-su ihtiyacım dahi kalmayacak.

Site bahçesinin bir köşesine bir taş fırın yapacağım. Daha çocukluğumdan "taşla, çamurla nasıl fırın yapılır" bilirim. İzcilikte de çok kez yaptık. Sakarya'da odun temin etmek de kolay nasılsa. Sıkıntı yok!

Çark deresinden siteye kadar bir kanalet kurmak uzun ve masraflı olacaktır. En iyisi bir kuyu kazmalı bahçenin ortasına ya da dört köşesine birer tulumba çakalım. Tavuk eşelense, kazdığı yere su dolar bizim memlekette.

Şimdi dede evlerimizin bahçesinde bulunan tulumba, fırın gibi unsurların ne işe yaradığını çok daha iyi anlıyorum. Dede olmadan anladığıma göre çok şanslı olmalıyım.

Babaannemin her gün şişesini ovalayarak isini temizlediği gaz lambasının titrek ışığı kur'an okumaya yetiyorsa, felsefe okumaya da yeter; anneannemin kestiği erişte, tuttuğu tarhana da ahaliyi doyurmaya...

Fakat hep karbonhidratla beslenmek olmaz. Bir köşeye genişçe bir kümes kurmalı, içine 15-20 tavuk ile bir babacan horoz salmalı. Ee, koyun-keçi ağılını yapacak köşe kalmadı bahçede...

En iyisi vurayım çadırı sırtıma, alayım ahaliyi yanıma, takayım konu-komşuyu peşime; şu karşıki dağlarda az rüzgârlı bir yaylayı, yaylak edinelim biz.

Cahillikten bana, "3. Orhan" diyen olursa, iyi bilsin bre! Daha da padişahlık filan kesmez beni! Hem daha "2. Orhan" tahta oturmadı ki üçüncüsü otursun.

Bana bundan sonra isterseniz "2. Nuh" diyebilirsiniz...

Kolay mı öyle, barışçıl, doğanın bir parçası olduğunu, bulduğuyla yetinmeyi bilen yeni bir nesil oluşturmak?

Şu karantina günlerinde, sık sık tefekküre girip "hiç" olmanın idrakine varır, "hiç" olmaya çalışırken, hayatı boyunca dünya işleriyle meşgul olanların da tez zamanda hidâyet'e ve kemâl'e ermesini dilerim.

Gerçekten var olabilmek için önce hiç olmak şart zaar.

Akli dengesi yerinde olmayanların böyle bir zorunluluğu yoktur. Onlar dünya işlerini kovalamaya devam edebilirler...

***
52. Gün
Kolay mı "hiç" olmak!?

Saat 00.01 olunca gün pazartesiye döndü, üç günlük sokağa çıkma yasağı kalktı. Hurra herkes sokağa! Tabii bende...

Sahura ekmek almak gerekiyordu. Pazartesi günü olsa da sokağa çıksam diye "hiç" bu kadar hevesli olacağımı sanmazdım. Düştük yine dünyevi işlerin peşine...

Nasıl bir güçlü yağmur yağıyordu, fakat kimse takmıyor. Sırıl sıklam olmuş şekilde benzinlik marketlerinde, fırın önlerinde kuyruk olmuş bekliyordu eşofmanlı insanlar. Kimi sigara almanın derdine düşmüş, kimi fırından çıkmış sıcak ekmek.

Ben de aldım iki dumanı üstünde ekmek, döndüm eve. Yardık ekmeğin karnını yine, Allah ne verdiyse doldurduk içine; yedik ahalice...

Öğleden sonra baktık zaman geçmiyor evde, çıktık eşimle gezmeye. Yağmur yağarsa ıslanırız, ne gam! Fakat yine de arabayla turladık Serdivan sokaklarında. Covid-19 sebebiyle olmadığımız zatürreyi, yağmurda ıslanıp-üşütüp gereksiz yere olmak da var. Bu zamanda doktor doktor, hastane hastane gezeceğimize, arabayla gezeriz daha iyi.

Serdivan tepesine kırdım direksiyonu. Yukarıdan seyrettik şehr-i Sakarya'yı.

Eve dönüşte markete uğradık haliyle... Bu defa bize uzak kalan, gitmediğimiz bir yer olsun istedik. Markette alacak bir şey bulamadık. Market rafları boş olduğundan değil. Market hınca hınç dolu da bizim ihtiyacımız yoktu hiçbir şeye. Pek bilmediğimiz bir marketin reyonlarını ağır ağır turladık, ki hem burada farklı bir şey satıyorlar mı keşfedelim, hem de zaman geçsin.

İftara bir saat kala, İki büyük boy içme suyu, bir de dondurma alıp çıkalım" dedik. Marketin kasa sırasında kasadaki işini tamamlamak üzere olan bir karı-koca, onların arkasında market arabalarında battal boy köpek mamaları bulunan 20-25 yaş aralığında iki delikanlı ve bizim önümüzde de elinde sadece bir maden suyu paketi bulunan bir beyefendi vardı. "Beyefendi" diyorum çünkü adam hakikaten beyefendi idi.

Sıra o iki delikanlıya gelince, ödeme esnasında battal boy mamaların birini bırakıp, gidip bir başkasını alıp getirdiler reyondan, biz sırada bekledik öylece. Sonra kullandıkları kartta bir ödeme sıkıntısı olmuş, sanırım limit yetersizdi. İki koca paket mamayı daha iade edip, yerine daha ucuz olan bir başka markanın paketlerini almaya gittiler, dönmek bilmediler. Biz hâlâ sıradayız orada, zira çıksak öteki kasalarda da kuyruklar uzadı. Tekrar sıraya girmeyi gözümüz kesmedi, bekliyorduk.

Bizim arkamızdaki iki adam ellerindeki paketleri öylece bıraktılar müsait buldukları bir rafa ve kasiyere söylene söylene yanımızdan geçip gittiler.

Eşim, aldığımız dondurma paketini kasa ağzında konuşlandırılmış olan diğer dondurmaların yanına koydu erimemesi için. Bana kalsa unuturdum.

Geldi delikanlılar, işlemleri yeniden başladı. Tam mama torbalarını alıp gidecekleri sırada birinin telefonu çaldı. Köpek maması almalarına gerek kalmamış. Başka yerde daha ucuzunu bulmuş arkadaşları, buraya gelin diyorlarmış telefonda. Tümünü birden iade ettiler. Kasiyer mahçup bir hâlde, 20 dakikadır sırada bekleyenlerle artık göz göze dahi gelmeye çekiniyordu. İade işlemi satın alma işleminden daha uzun sürdü. Ödemeyi yapan delikanlı kimin kartı ile tamamladıysa ödemeyi, ödemenin karta iadesinin hemen olmamasından endişeli, "Nakit olarak veremez misiniz?" diyor. Kasiyer veremeyeceğini söylüyor, ama delikanlılar ısrarcı.

Önümüzdeki beyefendi dediğim sabırlı insan çıktı sahneye, kasiyere "Nedir bu çocukların alışveriş miktarı?" dedi. Kasiyer söyledi, çocuklara çıkarıp nakit olarak ödedi. Bu defa delikanlılar, "Mamaları sokak hayvanları için aldıklarını, o nedenle beyefendiden mamaları onlara bağışlamalarını" istedi.

Benim anladığım şu: İşin içinde hayvanlar üzerinden planlanmış ince bir tezgâh vardı. Hem karttan ödedikleri parayı nakit olarak geri aldılar, hem de mamaları bedavaya getirmek istiyorlardı. İşin aslı nedir bilmem fakat can sıkıcı bir durumdu.

Beyefendi çocuklara, "Olmaz!" deyip, onların gözü önünde, "Köpek bakan var mı aranızda?" diye sordu kuyruklarda bekleyen müşterilere. Gayri ihtiyarı el kaldırdık, "Biz bakıyoruz" dedik. Mamalardan bir paketini bizim arabamıza diğerlerini de kuyrukta bekleyen diğer köpek sahiplerinin arabalarına dağıtıverdi. Ödemesini yaptı ve gitti.

Çıktık marketten, delikanlılar hâlâ gitmemişler, şimdi de mamaları bizden almak istiyorlardı, hatta "paketin yarı parasını bize ödeyebileceklerini" de söylediler. Hayret içindeydik. Bu nasıl bir plan, nasıl bir hayır işi... Aklımız almadı!

"Yok kardeşim, bizim de köpeğimiz var!" dedim.

"Ama bu mamaya sizin köpeğinizin ihtiyacı yok, belki de sevmeyeceği, yemeyeceği bir türdür..."

Delikanlı peşimize takılıp konuşuyordu arkamızdan, döndüm, "Sevmez zaten, hatta bu yetişkin büyük köpek maması, bizimki daha 7 aylık, Maltese Terrier."

"Alalım o zaman! Bize verin!"

"Hayır!" dedim koca mama paketini bagaja koyarken, "Biz de sokak hayvanlarına dağıtabiliriz."

İş edindik eşimle, oturup arabada diğer üç mama paketini alan müşterilerin de marketten çıkmasını bekledik.

Onlardan da mamaları alabilmek için, delikanlılar peşleri sıra seyrettiler. Kimse mama torbasını onlara teslim etmedi. Hatta birisi bu delikanlıları küfürlü sözlerle haşladı...

Hak etmişlerdi zahir. İftar saati dayak yemediklerine şükretsinler.

Bizim "Hz. Daisy the Migros" bu mamayı hiç sevmedi hakikaten, dönüp yüzüne bakmadı bile. Koklayıp bıraktı ve "Zekâtım olsun, benim adıma sokak köpeklerine dağıtın!" dedi.

Yarın, sabahtan dağıtacağız Daisy'nin zekâtını...

***
53. Gün

Yarın 6 Mayıs. Ne çok anısı vardır 6 Mayıs'ın bende. Daha 5 Mayıs'tan başlar 6 Mayıs anıları bir bir dökülmeye.

Üniversite öğrencisiyim, bir 5 Mayıs sabahı, fakülte kantininde dersten önce klasik öğrenci kahvaltımı yapıyordum: Bir duble çay, iki peynirli poğaça. Bizim bölüm güzel sanatlar... Resim, heykel, grafik, müzik öğrencileri bir arada takılırdık kantinde.

80'lerin ikinci yarısında şimdiki gibi sıkı bir kontrol yapılmazdı kampüs (yerleşke) giriş çıkışlarında. Dışarıdan gelen de elini kolunu sallayarak girerdi içeri. Güneşli günlerde yayılırdık çimenliklere.

Sivil polis olduğundan şüphelendiğim bir adam vardı, ara sıra gelir giderdi bizim kantine. O sabah yine gelmişti... Masaların arasında; bir alt katta, bir üst katta dolanıyordu. Belli ki tanıdık birilerini arıyordu.

"Kim bu adam? Sivil polis mi acaba?" diye sordum yanımdakilere. "Gazeteci miymiş neymiş, savaş muhabiri olduğunu söylüyormuş. Adı da Savaş'mış zaten" dedi masadakilerden biri. "Aman aman savaş mavaş bizden uzak olsun!" dedim, gülüştük.

Kendi berduşluğumuz içinde derse gittik, geceleri ödev tamamlamaktan uyuyamaz, ancak ikinci ders saatinde uyanırdık sınıf olarak. Dersler atölye dersleri olduğu için dışarıdan giren çıkan çok olur, eksik bir malzemesi olan gider diğer atölyelerdeki arkadaşlarından temin ederdi.

Resim bölümünden gözlüklü, sürekli yelek giyen, düz saçlı bir kız vardı. İçimizdeki tek evli olan öğrenci oydu. Benimle pek arası yoktu, protest bir tipti, dili de sivriydi. Aklı fikri siyasetti... İşte o kız öğleye doğru bizim atölyeye geldi. Onun atölyesi koridorun karşı sırasındaydı nadirdi bizim grafik atölyesine gelmesi. Bizim atölyedeki kızlarla fısır fısır konuştular. "Yarın 6 Mayıs!" dediğini duydum. "Ee ne olmuş?" diye sordu bizim atölyenin kızlarından biri, yelekli kız eğildi diğer kızlara doğru, anlattı da ben gerisini duyamadım. Zaten bana neydi kızsal işlerden...

Ertesi sabah, kantine girdiğimde, benim sivil polis sandığım, ama gazeteci olduğu söylenen pis sakallı adamı bizim kızların masasında otururken buldum. Direkt gittim yanlarına, kümesin horozu edasıyla...

Ben yanlarına destursuz oturunca üstünkörü bir hoşbeş ettik aramızda. 5 dakika geçmemişti, "Tamam" dedi sivil gasteci, "öğlen görüşürüz" ve gitti. Belli ki bizim siyaset sever kızlarla bir bağlantısı, arkadaşlığı varmış.

Kızlardan öğrendim, bugün günlerden 6 Mayıs imiş, "üç fidanın katlinin yıldönümü" imiş, öğle arasında protesto eylemi yapılacakmış kampüs girişinde yarısı otopark olan ana meydanda.

Öğle arası ben unutmuşum eylemi, önümdeki işi tamamlamaya çalışıyorum. Dışarıdan bağrış-çağrış sesleri yükseldi. Deyin ki Beşiktaş'ın Çarşı grubu slogan atıyor. Arada saz çalıp, şarkı-türkü de söylüyor müzik öğrencileri.

İçim kabardı, önümdeki işe ara verdim, "Gidip bir bakayım" dedim, "ne var ne yok, neler oluyor, bir göreyim!"

Fakültenin koridorları bomboştu, sanırsınız ki "eylem koymaya" gitmeyen bir ben kalmışım. Fakülte'nin kantine ve onun ardındaki ana meydana açılan giriş kapısının dışında ankesörlü telefonlar vardı. İşte o ankesörlü telefonlardan birinde bizim "sivil gasteci" konuşuyordu, "Burası tamam amirim, eylem başladı! Bizim habercileri de çağırdım şimdi, yoldalar, geliyorlar!" dedi, telefon konuşması bitti ve acele adımlarla kestirmeden meydana doğru yürüdü.

Ben de kantinin üst katına çıktım, orada eylemi çay-poğaça eşliğinde uzaktan seyreden apolitiklerin arasına karıştım. Yemekhaneden bu tarafa slogan atarak gelmiş esas oğlan ve kızlar; diğer fakültelerden sloganları duyup çıkanlar da yardımcı oyuncu oyuncu rolüne soyununca meydan dolmuştu. Öylece seyrediyordum olup biteni.

Müzik öğrencileri enstrümanlarını alıp gitmiş, oturmuşlar şarkı-türkü söylüyorlardı. Her türkünün sonunda topluca ayağa kalkılıp, peş peşe sloganlar atılıyor, sonra gene oturup türkü söylemeye devam ediliyordu. Bildiğiniz Bahar Şenliği havası vardı beya!

Çok sürmedi, tv kameramanları filan geldi; eylemin haberini yapıyor, haber merkezlerine geçiyorlardı. Öğrenciler kameramanları, elinde mikrofon röportaj yapan muhabirleri görünce iyice coştu. "Yaşasın tam bağımsız Türkiye!" sloganı daha bir kuvvetli, daha bir yüksek sesle söylenir oldu.

Tabii çok sürmedi Çevik Kuvvet otobüsleri de kampüs kapısının önünde göründü. Koşarak indiler, kapının önünde sıra sıra saf tuttular. Sonra araç giriş-çıkış kapıları ardına kadar açıldı. Robocop'lar istiflerini hiç bozmadan uygun adımla ancak küçük adımlarla kampüse girdi. O zamanlar daha toma, gaz filan yoktu.

Eylemci kalabalığa yaklaşınca durdular. Kalkanlar öndeydi, âdeta bir Viking savaş taktiği olan kalkan duvarını kurdular. Arka sıradakiler de yanlara doğru yayıldı, kalkan duvarına sağlı sollu ekleme yapılıp iki sıra halindeki robocop'lardan bir yarım çember oluşturuldu.

Türkü bitti, slogan zamanı geldi. Sloganlar polislere doğru atılır oldu. "Polis dışarı!", "Kahrosun faşizm!" vs.

Kameramanlar yollarını nasıl bulduysa binaların üst katlarına çıkıp yüksekten görüntü almaya başlamıştı.

Polisin "dağılın" anonsu duyuldu. Sloganlar daha da yükseldi.

Önce bir itiş kakış, sonrasında cehennem.

Robocop'lar Allah ne verdiyse girişti meydanda toplanan öğrencilere. Kimsenin gözünün yaşına bakmadan, kız-erkek ayırmadan...

Yaşanan arbedede bizim sınıftan Sakaryalı hemşehrim ve Haydarpaşa-Adapazarı tren yolculuklarından iyi tanıdığım bir kızın bacağı kırılmış. Acilen hastaneye götürülmesi lazım. Fakat kampüsün tek çıkışını polis tutmuş, dışarı çıkmak isteyen öğrenci önce bir fasıl cop-sopa yiyor, sonra da gözaltına alınıp otobüslere sürükleniyordu.

Bu şartlarda hemen yan taraftaki hastaneye dahi gidilemeyeceğini anlayan bizim sınıfın geri kalanı da kızcağızı kucaklayıp kantine getirmişlerdi. İşin garibi kız da bir metanet durumu hâkim, sessizce ağlıyordu. Zaten genelde sessiz, sakin, mavi gözleriyle çevresine mutluluk saçan bir kızdı. Severdim ben onu için için. Onu getirenler daha bir panik hâlinde, bir o yana bir bu yana koşturup duruyorlardı. Haliyle daha az önce yaşadıkları heyecan ve zalimliğin yol açtığı travmanın etkisindeydiler.

Kırık, kapalı kırıktı. Çok sürmedi, bir yarım saat sonra, polis ortama tamamen hakim oldu. Öğrenciler kendi fakültelerine kaçıştı. Meydan da sadece o kargaşada düşürülen/kaybedilen çantalar, yerlere saçılmış defter-kitaplar, rüzgâr estikçe oradan oraya uçuşan ders fotokopileri, montlar, kazaklar vs. kalmıştı.

İri kıyım, BESYO'dan bir arkadaşımız kucakladı kızı yine, yandaki hastanenin aciline götürmek için seri adımlarla yürüdü çıkışa doğru. Arkasında da bizim bölümün kızları...

Çevikler kapıda daha, niyetleri hâlâ bozuk. Bizimkiler, "Şimdi kantinde merdivenden düştü, biz eylemcilerden değiliz" filan deyip kurtulmuşlar ellerinden.

Allah'tan hastane yakındı. Da bu defada hastane polisi tebelleş olmuş başlarına. Hem kıza, hem de onu kucağında getirenlere.

7 Mayıs sabahı, iki peynirli poğaça-bir duble çay. Kantin aynı kantin...

Herkes orada; ayağı kırılan kızcağız yok bir tek. Kiminin gözü hafif mor, kiminin dudağı patlak, kafası şiş... Sırtını, bacağını sıyırıp birbirine cop izi gösteriyor millet. Ortam kahramandan geçilmiyor...

Açıkçası bir provokasyona gelmişti millet. O "sivil gasteci" bir gün önceden her bir fakültenin kantinini dolaşmış, öğrenci milletinin önde gelenlerini arayıp bulmuş, eylem yapmaları için teşvik etmiş, gaza getirmişti. Ertesi gün de önce habercileri, sonra da polisleri çağırmıştı.

Evet, hakikaten gazeteciymiş, bir zaman savaş muhabiri imiş. Sonradan iyice ünlü oldu, yıllarca televizyon kanallarında "X Takımı" diye bir programın yapımcısı-sunucusu oldu. Bakmayın benim "X Takımı" dediğime, alfabemizdeki 29 harften birini koyun işte X'in yerine.

En son televizyonda gördüğümde virane görüntülü bir yerde, varil içinde ateşler filan yanıyordu programın çekildiği stüdyo bozması alanda. Velhasıl adam seviyormuş savaş alanlarının ateşli ortamını...

Gırtlak kanserinden öldü gitti sonra. Öldüğünü duyunca gıdım içim sızlamadı hatta, sevindim bile. Tanıdınız di' mi kim olduğunu. Tanımasanız da olurdu aslında...

***
54. Gün
Deniz Gezmiş

Huyumdur; her 6 Mayıs'ta sabaha karşı "Rodrigo'nun Gitar Konçertosu"nu dinlerim, demli çay eşliğinde. Türlü türlü botum var da hiçbiri postal niyetine geçmiyor. Postal giymeyeli çok oldu. Askerlikte sıkılmış olmalıyım postal boyamaktan. O zamandan beri hiç giymedim. Yeşil parkam var hâla, giyiyorum...

Çocuktum, büyüklerin ağzında bir "deniz" lafı var: "Deniz şuraları gezmiş, deniz buraları gezmiş..." anlatıyorlar. 6-7 yaşındayım daha, kendimce sanıyorum ki, "deniz" denilen bir büyük su kaynağı, bizim Sakarya nehri ya da Çarksuyu deresi gibi akıyor, orada burada başıboş gezip duruyor.

Sonra nasıl olduysa, Deniz'in derya-deniz değil de bir insan olduğunu, dedemin elindeki bir gazetedeki fotoğraftan idrak ettim. "Deniz Gezmiş" yazıyordu fotoğrafın altında. Okumayı yeni sökmüştüm. Meğerse Deniz Gezmiş bir insanmış...
...

Bir dedem Manastır civarından muhacir olup gelmiş Balkan Savaşı'ndan sonra; diğeri, Selanik civarından mübadil gelmiş Kurtuluş Savaşı'ndan sonra. Kader yollarını bir şekilde Adapazarı'na düşürmüş, annemle babam üzerinden de yolları kesişmiş.

Her iki dedem de fötr şapkalı, takım elbiseli, köstekli saatli. Fötr şapka yoksa mutlaka Makedon beresi vardır başlarında. Biri zanaatkâr, diğeri işçi idi. Her ikisi de "komitacı", her ikisi de CHP'li. İkisinin de cebinde yanlarından hiç ayırmadıkları CHP üyelik kartı vardı. İkisi de otoriter, kendi çevresinde muteber bilinen insanlardı...

Milli Mücadele Gazisi, Adapazarı'nın ilk futbol hakemi, Ada Gençlik'in yöneticiliğini ve Kunduracılar Odası'nın uzun yıllar başkanlığını yapan dedem, babamın babasıdır. Uzun boylu, sarışın, çakır gözlü... Ben gördüğümde sol tarafı felçli, bastonsuz, desteksiz yürüyemiyordu. Yandan çarklı kahvesinin şekerini kahveye batırır bana yedirirdi. Kızkardeşim ve benim için paltosunun cebinde getirdiği çikolataları daha faytondan iner inmez cebinden benim almamı isterdi. Benim adımı çarşıdaki Orhan Camii'den esinlenerek, Çark Caddesi üzerinde yapılmasına ön ayak olduğu Şerefiye Camii'nin adını da, "Semtimizi şereflendirdi" diyerek koyan işte bu dedemdir.

Annemin babası bir dönem kömürcülük, bir dönem sabunculuk yapmış; sonra Nişkoz'da işe girmiş, sendikacı olmuştu. Zayıf, orta boylu, aksi görünüşlü, pire gibi bir adamdı; nereden ne zaman çıkacağı belli olmayan cinsten. Adapazarı'ndan Sapanca'ya, Geyve'ye, Eşme'ye, İznik'e, Orhangazi'ye kadar her yerde bir akraba ya da tanıdığı vardı. Bizi alır, her yaz bir yere yatılı olarak götürürdü. Eli açık, gönlü bol adamdı. Köyümüz yoktur bizim; o nedenle köylere yerleşen akraba, eş-dost kim varsa sık sık giderdik dedemle. Kezâ, geleni-gideni, evde yatılı misafiri de hiç bitmezdi. Secdede iken sırtına binmişliğim dahi vardır. Çocuklarına olan aksiliği, biz torunlara sökmezdi.

Allah ikisine de gani gani rahmet eylesin...
...

60'ların sonu, 70'lerin başı; haliyle böyle bir aile ortamı içinde Deniz Gezmiş'in adı da eksik olmuyor evlerimizde. Deniz aşağı, deniz yukarı... Önemli bir adam olmalıydı bu Deniz Gezmiş. Yoksa büyüklerimiz neden bu kadar çok adını zikretsindi. Özendim ben de Deniz Gezmiş gibi önemli biri olmaya...

Gazetelerin henüz manşetlerini okuyabiliyordum. Epey bir Deniz Gezmiş manşeti okumuş olmalıyım, onun etkisindeydim hâlâ.

Hem artık küçük dayımın, dedemden gizli-okuduğu, köşe bucak sakladığı Texas-Tommiks'leri koyduğu yeri de keşfetmiştim. Onları da okuyup anlayabiliyordum. Zaten resimliydiler, çok zorlanmıyordum onları anlamakta.

Gazetelerdeki Deniz Gezmiş'i asmışlar ya; bakıyorum Çelik Bilek de, Tommiks de hep son anda asılmaktan kurtuluyordu. Nasılsa Deniz Gezmiş de kurtulmuştur kötülerin ellerinden. Nasılsa hikâyenin sonunda iyiler hep kurtuluyor, kötüler cezasını buluyordu...

Sabah akşam kovboyculuk oynamak istiyordum dayımla. O da bekâr bir delikanlı o zamanlar; kırmıyordu yeğenini, bahçede acıkana kadar "kovboyculuk" oynuyorduk. Artık ellemizdeki tabanca formlu sopalarla kim kimi ilk görür de vurursa... Arada vurulduğum da oluyordu. Çiçeklerin, sebzelerin arasında yerlerde yuvarlanıyor, boğuşuyorduk. Ben dayıma "pes" dedirtene kadar saldırıyordum gücüm yettiğince, Allah ne verdiyse! Sonra eve çağırırlardı bizi, "Acıkmadınız mı hâlâ?" diyerek. Bahçe tulumbasının önündeki Rum'dan kalma koca küpte elimizi yüzümüzü yıkar, kuzinede pişmiş böreğin kokusunu takip ederdik. Dayımla bir posta da sedirde boğuşurduk yemekten sonra. Halıda, sırtüstü yatan dayımın üzerine oturmuş, ellerini bileklerinden kavramış hâlde pes ettirirdim yine.
...

Eylül başıydı, diyelim ki 6 Eylül... Anneannemlerin evinin bahçesinde annem, teyzem, yengem toplaşmış, bir ağacın gölgesinde yere serdikleri büyük yaygı üzerinde tarhana yapıyor, erişte kesiyorlardı.

Annemler kendi hallerinde idi, yapmadığım maskaralık kalmadı; yine de bir türlü benimle ilgilenmiyorlardı. "Acıktım!" diyordum, yüzüme bile bakmadan "Bekle az daha!" deniliyordu. Gittim, girdim odunluğa, boy boy baltalar kütükte saplı; testereler, ipler duvarda asılı. Aynı benim şimdiki garajın görüntüsü... Bir tek, yarılmış, iyice kurusun için özenle istiflenmiş odunlardan yayılan o mis gibi odun kokusu yok benim garajda.

Aldım bir kangal ipi, çıktım odunluğun önündeki şeftali ağacına. İpin bir ucunu ağacın kalın bir dalına bağladım. Diğer ucunu da dayımın bana öğrettiği gibi kement yaptım, boynuma geçirdim.

Annemler beni görüyordu, ama ne yaptığımın farkında değillerdi. Gözleri sinilerle güneşe bıraktıkları tarhanada, elleri önlerindeki yer sofrası üzerindeki taze eriştede, ağızları dedikodusu bol bir söyleşide...

"Ben Deniz Gezmiş'im!" diye bağırdım. Yengem bana bakmadan seslendi: "Seni de assınlar da gör gününü!"

Daha o lafını tamamlamadan bıraktım kendimi ağaçtan aşağı.

İp inceydi, kopacağını düşünmüştüm; kopmadı...

Annemin attığı çığlığı, yengemin "Allah cezanı vermesin!" diye bağırmasını, anneannemin aniden ayağa kalkınca teyzemin kucağına doğru bayılmasını duydum, gördüm. Nefes alamıyordum...

Yengem koştu, yerden 1 metre kadar yukarıda sallanan bacaklarımdan beni kucakladı, kaldırdı. Annem bıçakla gelip ipi kesti...

Canımın acımasından değil, ama yiyeceğim dayağın korkusundan başladım avazım çıktığı kadar ağlamaya...

Teyzem 14-15 yaşlarındaydı; koştu eve, içeriden kolonya getirdi. Önce beni, sonra anneannemi, annemi, yengemi sırasıyla bol bol kolonyaladı. Ben dayak yemeyeceğimi anladığımdan kendime gelmiştim, de kadınlar durup durup fenalık geçiriyor, başlarındaki yazgıları, tülbentleri sıyırmış, bana bakıp bakıp elleriyle kendilerini yelpazeliyorlardı. Göz göze geldiğimiz de, hepsi sözleşmiş gibi, "Allah seni kahretmesin e mi!" diyordu bana...

Gidip anneannemin kucağına sığındım. O her zaman korurdu beni. Sıcacık sarıldı bana. Deniz Gezmiş'i de anneannesi böyle korumuştur mutlaka!
...

Yine aynı yazın başı, öğle yemeği için eve gelen babamla birlikte dükkâna gidiyoruz. Annemi ne kadar çıldırttımsa artık, babamın yanına kattı beni; akşama kadar çalışacak, iş yapacağım dükkânda. Kendimle gurur duyuyordum...

Babam dükkânda çalışayım diye önerdiği yevmiyemi önden verdi: Külahta dondurma, hem de iki dolu kaşık... "Annen sorarsa, 'Babam bana bir kaşık dondurma aldı' dersin" diye de tembihledi. Hemen anlaştık!

Yolda babamın arkadaşı Saatçi amca ile karşılaştık. "Kaça gidiyorsun" dedi, "İkiye geçtim" diye cevapladım.

"Aferin! Büyüyünce ne olacaksın?"

"Deniz Gezmiş olacağım!"

"Çaaat!" etti pehlivan tıraşlı ensem, canım acıdı, ensem kızardı.

Cevabımı duyan babam kızmış, enseme sağlam bir şaplak aşk etmişti.

Hemen değiştirdim cevabı: "Subay olacağım!" dedim.

"Aferin, aferin; sen büyü, subay ol!" dediler.

De benim artık dondurma yiyecek hâlim kalmamıştı. Az önceki gururlu hâlimden eser yoktu. Dondurma öylece elimde eridi, yumuşayan külahın dibinden dirseğime aktı, oradan da yere damladı gitti... Ağa Camii şadırvanında ellerimi dirseklerime kadar yıkattı babam. Dondurmayı yedim sandığından bir de su içirdi.

Her dondurma yediğimde ben hâlâ su içerim üstüne. Ensem de ince ince sızlar hâlâ...

Ah Deniz, vah Gezmiş...

***
55. Gün
Wassily Kandinsky'nin Geometrik Tasarımlar serisinden bir eseri
Bütün gün oradan oraya yuvarlanıyorsunuz; koca bir boşluk oluşuyor günün ortasında, yeri dolmayan, kitaplarla, filmlerle, belgesellerle, sanal âlemle doldurulamayan...

Görmüyor, duymuyor, anlamıyorsunuz neden...

Sonra biraz müzik dinliyorsunuz, ruhunuz gıdasına kavuşuyor. İçiniz kıpır kıpır... Anılar canlanıyor, özlemler depreşiyor, kâh iyi, kâh kötü; kâh eski, kâh yeni...

Açılıyor Pandora'nın kutusu, saçılıyor ortalığa! Topla toplayabilirsen artık...

Oradan oraya yıldırım geçişler yapıyor hafıza. Peş peşe akıyor yaşam, içinizdeki boşluk dolmaya başlıyor sevgiyle, aşkla.

Hafiften bir ritim tutuyorsunuz ayağınızla. Derken o ritim sarıyor bedeninizi, yaşadığınızı hissediyorsunuz. Bırakıyorsunuz kendinizi melodilerin akışına ve dans başlıyor...

Canlanıyorsunuz...

Hayatın kendine göre bir hikâyesi, sebebi var...

İşte size benim perşembe günüm.

Gün gelir, yine bir perşembe günü akşamı görüşürüz, belki birlikte yine dans ederiz sonsuz anılarda...

Kim bilir?

***
56. Gün
Annemin, eşime verdiği "tam fotoğraflık" çiçekler

Hükûmetler pandemi kaynaklı karantina tedbirlerini Avrupa genelinde gevşetmeye başladı. Ahali evde kala kala, pide hamuru kıvamına gelmiş iyice gevşemişti zaar. Dünya milletleri kim bilir ne halde? Tam zamanıdır az da olsa açık havada güneşle buluşmanın.

Sokağa çıkma yasaklı kızım heyecanlı; önümüzdeki cuma sokağa suç işlemeden çıkabilecek, adrenalin salgılamadan gezebilecek. Annesi, "Kızımızı nasıl mutlu edebiliriz?" diye düşünmüş, "Açık havada bir yere gidip dolaştırırız kızçeyi" dedi. "Oluuur" dedim. İtiraz kızçemden geldi: "Ben o gün arkadaşlarımla buluşmak istiyorum. Merak etmeyin; maske takar, sosyal mesafemi korurum."

Eşimle göz göze geldik... Küçük kızçemiz büyüyordu. Telefondan mesajlaştığı arkadaşlarıyla çoktan haberleşmiş, sokağa çıktıklarında ne yapacaklarını planlamışlardı ve o planlarda ebeveynlere yer verilmemişti.

Ebeveynler çocuklarını düşünmeden plan yapamazken, çocuklar ebeveynsiz plan yapma hakkına her zaman sahip. Keşke 14-20 yaş arası da yanında refakatçi ebeveyni olmadan sokağa çıkamasaydı(!), içimiz rahat ederdi.

Oğlanlar farklı oluyor. Sokağa çıkma yasaklı değilken bile çıkmıyorlar. "Çık gez biraz" diyoruz, "Nereye gideceğim ki?" diyor. Gidebileceği her yer kapalı şehirde. N'apsın çocuk? Oturup bilgisayardaki savaş oyununa 7/24 devam ediyor. Hem güvende, hem savaşta... Askere gidince görürüm ben onu...

Eşim, "Hafta sonu sokağa çıkma yasağı var. Sapanca'ya gidelim, Anneler Günü öncesinde anneni bir ziyaret et, gönlünü al" dedi sabahtan. Gelin-kaynana iyi anlaşırlar, muhabbetleri bol olsun. Sonra kalkıp bir çırpı girişti mutfağa, kocaman afili bir cam kâsede "magnolya pasta" yaptı anneme. Kâsenin katman katman dış görüntüsü harikaydı.

Kalktık, hazırlandık, arabaya bindik gidiyoruz, "Dur!" dedi daha siteden çıkmadan. Gözünden kıvılcımlar fışkırmıştı âdeta. Zınk diye durdum telaşla. Elinde bir makas, heyecanla daldı bahçedeki güllerin arasına... Bunu önceden planlamış ki bir makasla çıkmış evden. Yoksa yanında sürekli bir kesici alet mi taşıyordu?

"Yahu konu komşu görecek, ayıp!" diyorum arkasından, hiç oralı bile olmuyordu. Kapısını açık bırakarak gidip-geldiği arabanın arka koltuğunda, bahçeden kestiği güllerle özene bezene pasta süslüyordu. Bir heykeltıraş edasıyla...

Süsleme faslı bitti çok şükür, çıktık siteden.

"Annem acıbadem'i de çok sever, yol üstünde bir yerden küçük boy acıbademlerden alalım" dedi.

Serdivan'daki 5-6 markete uğradık, yoktu acıbadem. İnsanlar oturup sabah akşam acıbadem mi yiyordu, bilemedim... En sonuncuda orta boy bir şey buldum ve eşimi bu boyda acıbademlere zar zor razı ettim. Hemen gene bir süsleme işine girişti koltukta, magnolya pastanın üzerinde dizilen acıbademler güllerle bütünleşti.

"Şimdi oldu işte! İçime sindi!" dedi, ben içimden "Lâ havle" çekerken.

Elimizde güllü acıbademli cam kâse, vardık Sapanca'ya. Bizi açık duran arka kapıdan içeri girerken gören yeğen kızçem çok sevindi. O da sokağa çıkma yasaklı, zaten yasaklı olmasa da, online yapılan derslerden başını kaldırıp "Saat kaç oldu?" diye bakacak hâli yok. Bilkent içmimarlık öğrencisi, okul işi bu dönemde bile çok sıkı tutuyor.

Annem üst kattan, kız kardeşim verandadan yanımıza geldiler.

Anneme doğru eski alışkanlıkla bir el öpme hamlesi yaptım. "Hop hop!" dedi Hemşire hanım.

Hükûmet karantina tedbirlerini gevşetmişti ama benim hemşire de hiç bir gevşeme emaresi yoktu. Önden bir kolonya faslı, ardından kolonyanın öldürdüğü virüsleri bir de bol sabunlu suda el yüz yıkayarak öldürdük ki sağlaması tam olsun.

Eşim, hemşireme "Yolda şu kadar markete uğradık" diye bir dese var ya; ben sittinsene banyodan dışarı çıkamam. Yıkaya paklaya sabun gibi beni de eritir bitirirdi.

Neyse, Sapanca ziyaretimiz bitti. Annem de eşime kendi bahçesinden derlediği bir demet çiçek verdi. Vedalaştık eve döndük. Eşim elindeki çiçek demetini ne yapacağını bilemedi. Saatlerce dizayn etti. En son fotoğrafladık tabii.

Durup durup çiçeklere bakarak, "Taze çiçek ne harika bi'şey!" diyordu

"Dalından koparılmış, taze çiçek!" Bana çok yabancı bir kavram açıkçası. Çiçek dalında güzeldir, vazo da değil. Yaş kesen, baş keser! De bu konuda yorum yapamıyorum; yasak!

Bu dünyadan nice hükûmetler gelmiş geçmiş bu konudaki yasağı kaldırmaya hiçbirinin gücü yetmemiş de ben mi cesaret edeceğim? Peh!

Kolay mı ahalideki kadınların türlü türlü hâlleriyle baş etmek!

Sessiz sakin oturur yerim taze gül süslemeli magnolya pastamı, "Aa! Ne güzel tanzim etmişsin çiçekleri, tam fotoğraflık oldu!" der geçerim eşime.

Sadece komşulara yakalanmayalım yeter! Gerisini Allah affetsin...

***
57. Gün
İzcilik, yaban hayatta konforlu yaşamaktır.

Hani şu telekonferanslar olmasa evde ne yapardım daha bilemiyorum.

İlk günlerde, bulaşık, çamaşır, temizlik, yemek işleri keyif veriyordu, farklı geliyordu evde kalmak.

Bol bol kitap oku... Okuyamadığım tüm kitapları okumam için harika bir fırsattı karantina günleri. Okudum okudum, okuma gözlüğü yetmemeye başladı.

Bol bol film/dizi seyret... İzlemek isteyip de izleyemeye vakit bulamadığım tüm filmleri izledim. Sezon, bölüm çokluğundan seyretmeye gözümün kesmediği tüm dizileri seyrettim. Dijitürk, Netflix bitti, geriye sadece çocuk filmleri, animasyon diziler kaldı.

Neyse ki, İlçe Hıfzısıhha Kurulu, önümüzdeki pazartesiden itibaren 09.00-21.00 saatleri arasında Çark caddesinin araç trafiğine kapalı olan bölümlerindeki iş yerlerini açma izni verdi. De 20 yaş altı sokağa çıkma yasaklıyken biz ne iş yapacağız?

Özel Yetenek Giriş Sınavları yapılacak mı, yapılmayacak mı? Tam olarak belli değil... Evden çıkamayan genci motive etmek, özel yetenek sınavına sağlıklı olarak hazırlamak mümkün değil.

Her yeni çıkan gsm cihazına saldıran yeni nesil gençlik yok caddelerde, her gün farklı bir kafede oturup sosyalleşen üniversiteliler yok, "okul çıkışında şuraya gidelim" diyen liseliler yok...

Gezgin İzcilerim bile, "bu sene kampa nereye gideceğiz?" diye sormaz oldu. Çünkü veliler her konuda olduğu gibi bu konuda da tedirgin... "Okullar açılsa da ben çocuğumu göndermem" diyen velinin, temmuz-ağustos aylarında yapılacak bir toplu kampa izin vermesi ne kadar mümkün? Bu konuda çocuklardan gelen haberler iç açıcı değil.

Çoğunuz biliyorsunuz, 40 küsur yıldır izciyim. Son 20 yıldır da hayatımın yarıdan fazlası izcilikle ve izcilere liderlik yapmakla geçti.

Dün gece saat 23:00'te Türkçe konuşan izci liderleriyle bir telekonferans yaptık, iki saat sürdü. Bugün de saat 18:00'de çoğunluğu ulusal kuruluş başkanı olan yabancı izci liderleri ile bir buçuk saat süren bir telekonferans yapıldı. İftar sebebiyle biz erken ayrıldık, İspanyolca konuşan izci liderleri kendi aralarında bir saat daha devam etmiş toplantıya.

Duydum ki merak edenler oluyormuş; hemen söyleyeyim: Bugünkü toplantıya Dünya Bağımsız İzci Organizasyonu'nun başkanı da katıldı. Sadece geçen haftaki toplantımıza bulunduğu bölgedeki uzun süren elektrik kesintisi sebebiyle katılamamıştı.

Biz bu tip toplantıları haftalardır yapıyoruz, yerli-yabancı izci liderleriyle uzun uzun izcilik üzerine, Dünya İzciliğinin gidişatı/evrimi üzerine konuşuyoruz. Katılmak isteyen sertifikalı izci liderlerinin tümüne açık bu toplantılar. Bazen üç saatten fazla sürüyor ve işin garibi herkes hâlâ mutlu, hâlâ bir şeyler katmanın peşinde izciliğe. Çünkü oraya gelenlerin ortak noktası "izci lideri" kimliğinin verdiği sorumluluk ile hareket etmesi. İzci liderleri, izci gibi davranma lüksüne sahip değillerdir. Bunu idrak edenler, gereğini yapar zaten.

Fakat ben iki aydır süren toplantılardan şunu anladım: Ana sloganı "Daima Hazır!" olan Dünya İzciliği, pandemi dolayısıyla oluşan yeni koşullar karşısında hiç de hazırlıklı değilmiş.

İddialıyım! Bizim izcilerimiz tüm olumsuzluklara ve eksikliklere rağmen yine de yurt ve dünya izcilerinden çok daha hazırlıklı olarak girdi pandemi dönemine. Zira enerjik-dinamik, nicelikte boğulmamış, niteliğe önem veren, genç, interaktif, henüz çiçeği burnunda, 6. yaşını süren bir kuruluşuz ve yaratıcı zekâsı son derece yüksek liderlerimiz sayesinde izcilerin sevdiği çeşit çeşit aktiviteler üretiyoruz.

Dünya İzciliği içinde gıpta ile bakılan bir konumdayız. Ancak şimdi öyle bir noktadayız ki, dünyayı temelden sarsan ve birkaç yıl daha etkisi sürecek olan pandemi sürecinde neyi nasıl halledebileceğimizi ortak akılla aramak, çözüm bulmak, devletin koyduğu kurallara uyum sağlamak ve izcilik öğretisinden taviz vermeden olabilecek en iyi şekilde bu süreci geçirmek istiyoruz.

İzcileri genelde üçer kişi veya daha fazla olarak dağıtıyorduk çadırlara. Şimdi ise tek tek dağıtmak zorundayız. Kardeş olanlar da kural gereği izcilikte aynı çadıra verilmezdi, ki bu sene aynı evde yaşayan kardeşlerin aynı çadıra verilmesi kısmi bir çözüm olarak görünüyor. Yoksa hiçbir izci ünitemizin "1 kişiye 1 çadır" düşecek şekilde bir donanımı yok.

Ulaşım/intikal, izcilik içinde her zaman en maliyetli ve en riskli kalemdir; şimdi ulaşım maliyetleri daha da arttı. Şöyle ki, eskiden kamp veya geziler için bir araç tutuyorsak, şimdi aynı sayıda izci için en az iki araç tutmak zorundayız. Maliyet en az iki katı, risk de ona keza...

Bir yavrukurt öbeği veya izci obası 5-8 çocuktan oluşur, bir gezgin izci veya öncü izci ekibi ise 3-5 gençten. E şimdi kamplara, gezilere gel(e)meyenler sebebiyle alışılan öbek, oba, ekip bütünlüğü istemesek de bozulacaktır. Sadece gelenleri bir araya getirip, yeniden yapılandırsak, öbek/oba/ekip içi uyumsuzluk sorunlarından başımızı kaşıyamayız. İzci kampı amacına tam olarak ulaşamaz. Ayrıca bunun riski de büyük... Tecrübeyle sabittir.

Kamp ortamında hijyen çok önemlidir; yavrukurt ve izcilerde istenilen niteliklerde bir hijyen sağlamak zordur, pandemi koşullarında çok daha zor olacaktır.

"O halde sadece gezgin ve öncü izcilerle ekip kampları yapılmalı, başka kamp yapılmamalı" denildi. Bu durumda, her gezgin izci ekibiyle ayrı ayrı kamp yapmak, izci liderlerini kendi işinden gücünden eder, kampların görünmeyen maliyeti artar.

Aklımda bir soru: 3-5 kişiyle yapılan bir kampta gece nöbetleri nasıl tutulur? Güvenlik tam olarak nasıl sağlanır? Gündüz belli saatlerde uyuyup, gece ekipçe ateş başında sabahlamak kolaydır; nasılsa izciler hike yapmayı sever ki hike, genellikle tek gecelik bir faaliyettir. Fakat her gece hike gibi olursa, kamp içi diğer faaliyetler nasıl planlanır, ne şekilde yapılır? Kampın verimliliği ne olur, alışageldiğimiz amaçlara ulaşılır mı? Yoksa yeni hedefler/amaçlar mı belirlenmeli?

Akla ilk gelen "uzaktan izcilik" yapmaktı; âlâsını yapıyoruz. Şimdilik belirli gün ve haftaları dijital ortamlarda yapılan bir dizi etkinliklerle kutluyoruz. Da bunu uzun süre sürdürmek olası değil; çünkü açık hava faaliyetlerine yer vermeden İzcilik Metodu'nu tam olarak uygulamak mümkün değil. Bu şekilde sanal ortamda yapılan faaliyetlerle "gerçek izcilik" yapılamaz. Yapılan iş, geleneksel izcilik olmaktan çıkar, çocuk ve gençleri evde oyalamaya dönüşür ki bu da, evrensel izciliğin değişmez temel amaçlarından uzaklaşmamızı beraberinde getirir, izcilik izcilik olmaktan çıkar, başka bir şey olur.

Zaten izciler işin kolay tarafına kaçmaz, zorluklardan yılmaz. Yapılması gerekeni elden gelen en iyi şekilde yapmaya çalışır. Evde yapılanın adını ne koyarsanız koyun, izci kampı olarak betimlenemez... Yavrukurtlar bile bunu bilir de ünite liderini kırmamak için küçük hilesini görmezden gelir. Haydi bir görmedi, iki görmedi... Ya sonra!?

İşte aramızda bunları konuşuyor, ortak akılla evrensel gündeme göre bir arama-tarama yapıyor, itidalli hareket etmeye çalışıyoruz.

Çocuk Islahevi'nde düzenli izcilik faaliyeti yapan ve bu konuda tecrübeli bir yabancı izci lideri, ıslahevinin salonunda haftalık faaliyetler yaptıklarını, bahçesinde de kamp kurduklarını söyledi. Fakat şu sıra ıslahevlerinde yapılan izcilik faaliyetleri bile alışılageldiği şekliyle yapılamıyormuş.

İzmir Büyükşehir Belediyesi bünyesinde her yaz yapılan Melek (Engelli) İzcilik Kampı bu yaz da dizi kamplar olacak şekilde zamana yayılarak Temmuz'da başlayacak. Zira Melek İzciler ve aileleri yılda bir kez kampa gitmeyi sabırsızlıkla bekliyorlar. Melek İzciler kamplarımıza mutlaka ailelerinden bir refakatçi ile katıldığı ve her çadırda bir izci, refakatçisi ile kaldığından alışılmış sistemde bir değişiklik yapmaya gerek yok. Fakat normal çocuklarla kampların nasıl ve ne zaman yapılacağı henüz tam belirlenmedi.

Hepimiz ıslahevindeyiz, hepimiz engelliyiz... Bu yaz buna göre bir plan-program içinde olmalıyız.
...

Bizim işimiz kolay Sakarya'da! Zira gezgin izci ünitemiz kalabalık değil ve geçen yıl sertifikalanan 6 "çömez lider" ile rover izci/lider sayımız yeterin de üzerine çıktı. Dışarıdan destek lider edinme ihtiyacımız yok. İnsan kaynağı, araç-gereç, avadanlık açısından kendi kendine yeten nadir izci derneklerindeniz. Sakarya İzciliği başlangıcından bu yana (96 yıldır) nicelikten çok niteliğe önem vererek kök salmıştır; böyle de gidecek inşallah. Sakarya'nın doğası damuhteşem imkânlar sunar izcilere. Ormansa orman, dağsa dağ, yaylaysa yayla, gölse göl, nehirse nehir, denizse deniz; hepsi vardır Sakarya'da.

Ünitelerdeki gezgin izcilerin çoğunluğu kız olduğundan bizim kamplarımızda toplu hijyen, yemek, bulaşık işleri hiç sorun olmaz. Olsa olsa, "ojemi benden izinsiz birisi kullanmış" gibi sorunlar çıkar ki, kamplarda oje yasak ve kolay saklanabilecek bir şey olmadığından bir asetonla kadın liderler anında çözüverirler olayı. Bana kadar intikal etmez. Üçüncü günün sonunda da en çıtı-pıtı, en şıkırslı (süslü) olanı dahi çakı gibi izci olur çıkar...

Erkek gezginlerin ise odun topla/kes, ateş yak, tesis yap, "şu kız benim nasıl iyi izci olduğumu bi'görsün" gibi fiziksel ağırlıklı işler yapmaktan, göze girmeye/batmaya çalışmaktan başka bir olaya enerjisi kalmaz. Erkekler arasındaki gizli rekabet öne çıkar ve izci liderlerince istenen o tatlı yarış kendiliğinden başlar. Hemen her kamp ateşinde kızlar enerjik oyunlar oynayıp şarkılar söylerken, erkekler tükenmiş şekilde esneyip dururlar. Yıllardır değişmeyen bir ergin izci manzarasıdır bu...

Kamplarımızda değişmeyen bir şey daha vardır: Zamanında uyu(ya)mayan, çadırda kıpır kıpır olan izciler, gece nöbetçilerine eşlik eder ve ateş başında sabaha kadar uyumalarına fırsat verilmez. Üstelik nöbetçilerden daha heveslidirler bu işe... Zira gündüz uyuyabileceklerini düşünürler. Umut işte... Ertesi gece çadırlara gidildiğinde horlayarak uyuyanlar mutlaka o izcilerdir! Hiç değişmez bu olay! Kolay mı öyle 38 saat açık havada yapılan bir kampta sürekli aktif durumda olmak. Hele de Sakarya gibi niteliğe, geleneğe önem verilen, her yönüyle gerçekten izcilik yapılan bir yerde.

Neyse, daha fazla izcilik yazmayayım Karantina Günlüğü'ne. İzcilik anlatmakla olmaz zaar...

Önümüzdeki ağustosta "Yaban Kamp, Yaman Yaz" adı altında bir dizi "bushcraft challenge" yapacağız gezgin ve öncü ekiplerimiz arasında.

Kendine güvenen, gözü kesen varsa, Sakarya'ya, "gerçek izcilik" yapmaya bekleriz...

***
58. Gün
Adapazarı-Sakarya'da bulunan Donatım Park (eki adıyla Kent Park)

Anneler Günü hiç bu kadar yavaş geçmemişti benim için. Annemi cuma günü ziyaret etmiş ve Anneler Günü'nü kutlamıştık eşimle.

65 yaş üzeri halkımız bugün farklı bir pazar yaşadılar. Hepsi giyindi kuşandı ve saat 11.00-15.00 arası parklara sökün etti. Çocuklar gibi şendiler. 50 gün sonra güneşle buluşmanın coşkusunu yaşadılar. Onların o hâllerini görünce benim içim buruldu, ezildi.

Pandeminin ilk günlerinde herkesin yaşadığı tedirginliğe aradan geçen sürede biz alışmıştık. Fakat yaşlılarımız günlerdir evlerinde olduklarından, bugün dışarı çıkmanın verdiği coşku kadar, pandeminin getirdiği tedirginliği de, benim bir buçuk ay önce yaşadığım şekilde, bugün yaşıyorlardı. Birbirleriyle karşılaştıkları dar park içi yaya yollarında yolun sağlı-sollu dışına çıkarak aradaki mesafeyi korumakta son derece özenliydiler (inatçıydılar da denilebilir).

Bugün Adapazarı Donatım Park'ta âdeta ağır çekim bir yaşam vardı. Normal günlerde görünen koşucular, yürüyüşçüler yoktu. Onların yerinde; sakin, normalden daha yavaş yürüyen 65 yaş üstü insanlar...

Parklar, hele de parkların içinde bulunan çocuk bahçeleri oradan oraya koşturan çocuklar olmayınca ne kadar garip görünüyor. Bağırış yok, koşturmaca yok...

Buna rağmen çocuk ruhlu yaşlılarımız öyle çokmuş ki; içlerinde çocuk bineklerine binmeyi göze alanlar oldu. Biri binince ötekiler de cesaretlendi. Park az daha kalabalık olsa, küçük bir salıncak kuyruğu oluşabilirdi. Haliyle "sosyal mesafe" hatırlatması yaparak hemen dağıttık kuyruk yapmaya niyetlenenleri! Cesaretleri çabuk kırıldı...

Sokağa çıkma izni daha dolmadan çekildi yaşlılar evlerine. Sanırım iki-üç saat yetmişti çoğuna, dört saat fazla geldi...

En az 65 yılın yaşanmışlıkları ceplerinde geldiler ve üzerine bir 2-3 saat daha ekleyip usul usul gittiler.

Allah'tan düşeni-kalkanı hiç olmadı, "Refakatçi İzci" ihtiyacı da çok az oldu. Görevimiz herhangi bir sorun yaşanmadan tamamlandı.

Benim için hayatla yüzleşmek gibiydi. Hislerimi şimdi anlatamam! Üzerinde bir süre düşünmem gerek, belki ondan sonra...

Parkı dolduranların hâlinde genç insanların enerjik görüntüsü yoktu, fakat arsızlığı, hoşgörüsüzlüğü de yoktu. Herkesin birbirine güler yüz göstererek saygıyla selamlaştığı kibar, nazik, değişik bir gün oldu.

Bünyeme ağır geldi bu kanaatkâr, durağan hâl. Eve dönüşte bomboş yolda fırtına gibi estim. Daha evde de eserdim de; sokağa çıkma yasağı sebebiyle Anneler Günü'nde evde kalmak zorunda kalan sayın ahalimizin hâlet-i ruhiyesinin tayfuna dönüşmek üzere olduğunu gördüm.

Benim o fırtına hâlim, onlarınkinin yanında hafif bir esinti misali etkisiz kaldı.

"Haydi herkes bahçeye!" dedim. En önde Daisy, ahali boyu çıktık dışarı...

Çocuklar Daisy ile ilgilenirken sitenin bahçesinde aşağı yukarı yürüdük biraz eşimle. Havayı güzel gören ve evde kalmaktan sıkılan komşular ikindiden sonra daha fazla dayanamamış, genç-yaşlı demeden onlar da çıkmıştı bahçeye.

Çoluk-çocuk, bağırış-çağırış...

Kontrolsüz vurduğu topunu bizden tarafa kaçırdıktan sonra "kırk yıllık asker arkadaşım" edasıyla benden isteyenini mi ararsın; bisikletini Formula-1 aracı gibi son sürat kullanıp üzerimize üzerimize sürenini mi!?

Sağlam bir şut çaktım ukala topuna, taaa öteki tarafa kadar gitti. Peşinden koşsunlar biraz, işleri ne!

Aha! Az önceki bisikletli Michael Schumacher karşıdan gene geliyor. Bunu da bir manşetle karşılamak yakışır hani... De işi usulüne uygun şekilde -çaktırmadan- halletmem gerek...

"Hişt birader! Şu topu bi' daha atsana bana!"

Oh be! Deli dolu hayata geri döndüm...

***
EK-1
Daisy ile Sapanca Gölev Sitesinde

Çarşamba günü kız kardeşim Sapanca'dan Adapazarı'na geldi. 14 yaş üstü olan kızımın sokağa çıkma saatiydi. Kızçem halasını görünce pek sevindi. Beraberce gezmeye çıktılar...

Bir saat sonra telefonum çaldı. Baktım hemşire hanım arıyor...

"Ağbi biz Yağmur'la Sapanca'ya geçtik. Yağmur'un eşyasını da siz getirirsiniz."

Bunlar, bize, "Bir tur atıp geleceğiz" deyip oradan oraya derken taaa Sapanca'ya kadar gitmişler meğer.

Yuh yani! Tabii kız kardeşimin arabasının bagajı benimkinden daha büyüktü.

"Yağmur'u bagajda mı götürdün?" dedim.

Hemşire hanım, "Yok yahu çıktık, bildiğin yoldan güle oynaya geldik Sapanca eve, kimse de çevirmedi" dedi.

Ben ne zaman Sapanca'dan Adapazarı'na, Adapazarı'ndan Sapanca'ya gidecek olsam polisi, jandarması anında çevirir. De bizim bu iki akıllıyı hiç çeviren olmamış. Polisin-jandarmanın bana takmış olma ihtimali var demek ki... Sapak kavşağındaki mobese kamerasından takip edip, "O.T. Bey evden çıkıyor amirim/komutanım, derhal çevirmeye çıkalım" mı diyorlar acaba? Paranoyaklık olduğunu biliyorum, ancak ne zaman dışarı çıksam çevirmeye takılıyor olmamı da başka türlü izah edemiyorum. Hem paranoyak olmamam, takip edilmediğim anlamına da gelmez. Bu sıralar yazdığım çizdiğim pek bir takip edilir oldu zaar...

Hele bir kesim var ki; yüzlerine üflesem nezle kapacak hâldeler... Tükürsem kim bilir ne olacaklar!

Hemşireme, "Valla sen götürdün, sen getirirsin. Ben karışmam" dedim. "Bizim bir şikâyetimiz yok hâlimizden. Kız kıza iyiyiz böyle" dedi.

Eşim toparladı kızçenin üç-beş parça yatılı eşyasını. "Bayram öncesi nasılsa anneyi ziyarete gidecektik, giderken kızın eşyasını da götürürüz" dedi. "Olur yarın gideriz" dedim, "Zaten kızçem çok istiyordu babaannesine gitmeyi; gitmeleri iyi olmuş, bayramı da beraber geçirirler."

Akşam bir telefon geldi: 88 yaşındaki kayınpederim rahatsızlanmış. Önce Silifke'ye götürmüşler, oradan Mersin Araştırma ve Eğitim Hastanesi'ne sevk etmişler. Durumu ciddiymiş. Gece boyunca telefon irtibatı hiç kesilmedi.

Haliyle bizim plan da bu duruma göre değişti tabii.

Sabah 10.00 civarı Mersin'den bize, hastaneye yatış belgesi yollandı. Aldık onu gittik Kaymakamlığa. Kalabalık, işlem sırası bahçeden başlıyor, birer buçuk metre arayla sıra bekliyoruz. Nasıl da sağlam bir yağmur yağıyor, üstelik kuvvetli bir rüzgâr esiyor, soğuk ciğerlerimize, içimize işliyor... "Daha iki gün önce hava 30 dereceydi, pişiyorduk" desem, yaşamayan kimse bize inanmaz.

Bir saat sonra sıra bize geldi. Eşim derdini anlattı, "Mersin'e seyahat izni istiyorum" dedi.

Görevli eşimin adını sordu, eşim de söyledi. Adam anlamadığını belli eder bir mimik yaptı, eşim tekrar söyledi: Adım şu, soyadım bu diyerek her harfin üstüne basa basa...

"Bu ne biçim kadın ismi?" dedi adam. Hah işte! Tam da eşimin bam teline basmıştı.

Cevaben, "Babaannem adımı koyarken size mi soracaktı?" deyiverdi eşim.

Görevli bunu duymazdan geldi, önündeki ekrana baktı bir süre sonra, eşime, "Madem anneniz Mersin'de, hastanede babanızın yanında imiş; siz niye gidiyorsunuz, ne yapacaksınız orada?" Eşim cevaplamaya çalışırken, "Olmaz siz gidemezsiniz" dedi ve yüksek sesle "Sıradaki!" diye arkamızdaki kuyruğa seslendi.

Öylece kalakaldık.

Eve dönüş yolunda ben, "Bir de e-devlet üzerinden şansımızı deneyelim" dedim. Eşimin e-devlet hesabından girip ilgili bölümde sorulan soruları cevapladım, bu defa "kayınvalidemin yaşlı olduğunu, hastanede refakatçi kalmak için çok evhamlı olduğunu ve sağlığının bu işe hiç elverişli olmadığını" da mazerete ekledim. Kayınvalidem bunu duysa beni bir kaşık suda boğar alimallah! Kayınpederimin hastaneden verilen servise yatış belgesini yükledim sisteme. Gözünü sevdiğim elektronik devlet... Hiç surat asmadı, gereksiz mimikler yapmadı ve bir yarım saat sonra eşimin telefonuna "seyahat izni verildiği" bildirildi. Eşim bir anda pür neşe oldu.

Hatırlattım hemen, "Yahu baban hastanede yoğun bakımda yatıyor, sen burada sevinçten uçuyorsun!" dedim.

Mırıl mırıl bir sürü şey saydı-sövdü bana... Kendi kendine mırıldandığı için ben bu anlarda eşimin ne dediğini hiç bilmem. Huyudur eşimin; sevgisini yüksek, sövgüsünü alçak sesle dillendirir. Genelde alçak bir ses tonuyla konuştuğu da herkesçe bilinir.

"Kızçemin eşyasını toparlayayım" diyen eşim, kendi eşyasını da toparlamaya başladı.

Böyle bir bayram ummamıştım doğrusu. Aradım annemi, "Ben de oğlumla geliyorum, bayramı Sapanca'da geçireceğiz" dedim. Çok sevindi. "Ama Daisy de geliyor, ona göre!" dedim; daha çok sevindi.

Daisy sen nelere kâdirsin. Biz Daisy'i sahiplenmeden önce, yıllarca, "Namaz kılınan evde köpek bakılmaz!" diyen annem, şimdi Daisy için can atıyor... Gel de inan!

Vakit kaybetmeden eşim için otobüs bileti almaya terminale gittik. Girişte kimlik kontrolü yapan polislere sormak istedim, "Siz beni görünce mi görev yapıyorsunuz?" diye. Yoksa az ötedeki Adapazarı-Sapanca yolunda giden-gelen kimseye kontrol yapıldığı filan yok. Bir tek bana bu kontroller...

Neyse Mersin otobüsüne bilet varmış. Küçük bir hazine vererek alabildik otobüs biletini. Zira 40 küsur kişilik otobüste bir sıra boş, bir sıra dolu olacak ve herkes tek başına oturacak şekilde bir düzenleme yapılınca bilet kesilen yolcu sayısı 1/4'e düşüyormuş. E bu durumda da dört katı fazla ödeme yapılıyormuş. Yani Mersin'e gitmeyen üç kişinin daha bilet ücreti gidecek olandan alınıyor. "Yayıl yayılabildiğin kadar" dedim eşime, "dört koltuğun da hakkını ver bari."

Eve dönünce haliyle valiz hazırladık, dolapta dayanmayacak yiyecek içeceğin bir kısmını iftarda tüketmeye çalıştık. Da bitecek gibi değildi. Geriye kalan ne varsa, Sapanca'ya götürmek üzere yine market torbalarına tepe tepe doldurduk. Al, getir, boşalt, ye-iç... Olmadı; tekrar doldur, götür, yine boşalt, ye-iç... Nedir bu boğaz harbi!

Gece, oğlum ve Daisy ile birlikte eşimi otobüse götürdüm. Otobüsler yolcusunu terminale girmeden, terminalin önündeki kavşaktan alıyormuş. Bir süre yol kenarında bekledikten sonra otobüs geldi. Valizi verdik, vedalaştık, el sallayarak uğurladık... Daisy anladı eşimin gittiğini; pek ağladı, inledi arkasından.

Biz de sokağa çıkma yasağı daha henüz başlamadan, terminalden doğruca Sapanca'daki eve geçtik. Kapıda elimizde valiz ve pazar/market torbaları ile bizi görünce, başta annem, bütün kızlar bir şenlendi, bir şenlendi... Bize şenlendiler sandım, meğer Daisy'ye imiş bütün şenlik. Onu alıp gittiler içeri. Biz oğlumla torbaları, valizleri taşıdık.

Böylece bizim bayram, Sapanca evde arifeden bile önce başlamış oldu.

Ben hemen açtım bilgisayarımı, kuruldum televizyon karşısına. Daisy'ye doyan anamın aklına gelmiş olmalıyız, başladı, "Aç mısınız? Çorbam var, yemeğim var, hem tatlı da yaptım."

Yer misin, yemez misin? El mahkûm... Son sahur topuna kadar ekmek elden, su gölden tahtımın tadını çıkarttım. Çay diyorum demleniyor, tatlı diyorum geliyor... Breh breh! Anamın evinde bütün dünyanın kralı ben oluyorum he mi!

Tabii Mersin'e gitmekte olan eşimle de yol boyunca sık sık haberleştik. Koltuktan koltuğa geçip, yuvarlana yuvarlana gitti Mersin'e. Hazinenin hakkını verdi...

Yorumlar

Popüler Yayınlar