KARANTİNA GÜNLÜĞÜ (1. Ay)


1. Gün
Ben ve Daisy

Malûm okullar tatil edildi; 15 gün çoluk çocuk evde oturacak, zorunlu olmadıkça dışarı çıkmayacağız. Eşim bu 15 günü kitap okuma, aile olmanın hazzına varma, aile içi oyunlar oynama günleri olarak ilan etti. Ve her akşam ailecek bir oyun oynamayı önerdi.

Akşam eşimle birlikte çocuklara okey oynamayı öğrettik.

Hatırlıyorum da biz koca bir yazı deniz manzaralı okey masasında geçirirdik. Sıcak basınca yerimizi güvenilir bir emanetçiye bırakıp, bi'koşu gidip denize girer, sonra hemen dönerdik çardak altındaki okey masasına.

Bizimkiler de çarçabuk öğrendiler. Benim zamanında 3 ayda kavradığım taktikleri 3 dakikada kavrayıp, her elde okey atma olasılığının matematik analizini yaptılar. Sayı tabelası, okul tahtası gibiydi. Daha oyunun ortasına varmadan "çok sıkıldık, hep aynı şekilde mi oynanıyor, farklı bir leveli yok mu?" gibi sızlanma emareleri artınca oyunu yarıda bıraktık. Puan olarak bizden iyi durumda olmalarına rağmen eğlenen sadece ben ve eşim oldu.

Bakalım bu akşam hangi oyunu yarıda bırakacağız? Monopoli mi oynasak, hiç olmazsa biraz daha uzun sürer...

***
2. Gün
Daisy

Bu akşam Monopoli oynayalım diye düşünmüştük eşimle. Oyunu kurduk masaya, çocukları çağırmadan önce mısır patlattık.

Başta köpeğimiz Daisy olmak üzere patlamış mısırın kokusunu alan geldi, alan geldi... Mısır kovasını alan gitti, alan gitti...

Ben, eşim ve Daisy kaldık masa başında.

Çocuklar olmayınca Daisy adına eşim oynuyor. Daisy'ninki de köpek şansı birader, bütün lüks semtleri kapattı, otelleri dikti.

Bu oyun bu kadar zevsiz miydi yahu? Oysa eskiden ne kadar çok eğlenirdim Monopoli oynarken. Şimdi her yer köpek oteli doldu; kıpırdayamıyoruz bile. Namussuz bizi burada da haraca bağladı.

Ben de su yaptım. Mevcut malımı-mülkümü eşimin üstüne yapıp çekildim emlak dünyasından.

Oğlum bilgisayarında oyun oynuyor, kızım akıllı telefonundan video izliyor. Ben de Digiturk'te bir film buldum, onu izleyeceğim.

Eşim hâlâ Daisy'e kaptırdığımız semtleri geri alabilmek için uğraşıyor. İsyanlarda...

Epeydir evde patlamış mısır ve sinema keyfi yapmamıştım. Film de tam bana göre çıktı şansıma. Adı Ölümcül Makineler, bilimkurgu ama tarihi bir tarafı da var. Ayrıca patlamış mısır bu kadar mı lezzetli olu.....

— Daisy!!! Getir Mısır kovamı! Köpoğlu köp onu ne ara aldın da bitirdin? Bari birazını bıraksaydın bana vicdansız!

Tüm kurumları alsa da, her yere otel filan dikse de gözü yine aç, yine aç... Doyuramadık gitti şu el kadar canı! Ülen ben de seni yemez miyim! Şükret korona var!

***
3. Gün


Dün "açık hava, bol gıda" anlayışı ile Serdivan'dan Sapanca'daki eve geçtik. Küçük yerlerde daha koronavirüs kaygısı yok. Hayat normal akışında sürüyor. Aslında küçük şehir insanları, büyükşehirlerdekiler gibi televizyona bağımlı değiller. Haberlerde her gördüklerinden hemen paniğe kapılmıyorlar. Daha tevekkeller, her şeye daha hazırlıklılar. Zira herkesin irili-ufaklı bir bahçesi var, toprakla oynuyorlar; bitmeyen işleri her gün var. Hayatlarında hiç boşluk yok; günler birbirine benzese de her gün dolu dolu yaşanıyor. Belki dünyalar küçük ama yürekler doygun... Kimsenin bu durumdan bir şikâyeti yok.

Neyse işin felsefesini başka bir yazıya bırakalım.

Sapanca'daki evde internetimiz tasarruf gereği yaz başında açılıp yaz sonunda kapanıyor. Haliyle kızım başladı mızmızlanmaya. "E haydi şömineyi yakalım" dedik, maksat aksiyon olsun için. Ama ne fayda; yazdan stoklanan odunlar par par yandı, alacası duvarlara vurdu. Fakat kızçemin yüzü yine de aydınlanmadı. Tutturdu eve dönelim diye, sanki orası ev değil! Meğer telefonundaki internet kotasını bitirmiş, gönlü olsun diye benim cihazımdan erişim sağladım, biraz idare etti. Bu defa da, "çok yavaş" diye mızmızlandı durdu.

Çaresiz döndük Serdivan'a... Kızçem çekildi odasına... Herkes erdi huzura...

Bu koronavirüs hiç kalır valla! Şöyle bir internet virüsü çıksa ve iletişim sistemleri tümden çökse... 14 gün filan değil, 14 saatte hayatlarımız allak bullak olur, birbirimizi yeriz maazallah... Eski nesillerle iletişim sorunu yaşayan Z Kuşağı'nın kendi içinde iletişimsizliğe hiç tahammülü yok! Sürekli iletişiyorlar...

Anlamadığım tek şey, eşim durduk yere Daisy'e (köpeğimiz) neden küstü? Bu akşam Daisy sayesinde yırttım anlaşılan... Yoksa kızçenin gün boyu yaydığı negatif enerji ile bana takardı kafayı. İşin garibi, sanki Daisy de biliyor kendisine küsüldüğünü, hiç çıkmadığı halde çıkmış antrede uyuyor, bizimle hiç muhatap olmuyor. Dünyası küçük ama yüreği büyük...

Yarın akşam için Uno oynamayı teklif ettim. Bakalım ne olacak? Karantina günleri tüm heyecanıyla (!) devam ediyor...

***
4. Gün
Marketin hâli

Bugün mecburen markete kadar dışarı çıktım. Zira bayat ekmeklere kadar ne varsa bitirmiştik evde.

Marketin giriş kapısına dezenfektan koymuşlardı, tavuk reyonunda maskeli bir görevli hummalı bir çalışma içinde dolapların tutacak yerlerini siliyordu. Ortamdaki alkol kokusu insanı ister istemez içecek reyonuna doğru çekiyor!

Tam da makarna reyonu önünde komşu olduğumuz doktorla karşılaştık. Karşılıklı "bir market arabası mesafesinden" selamlaştık, hâl-hatır sorduk. Baktım reyonda son kalan makarnaları da o almış, arabasına yüklemiş. Ben de "komşuya ayıp olmasın" diye bir paket arpa şehriye almak için onun olduğu tarafa doğru azıcık yanaşacak oldum, market arabasını bana çaktırmadan yönlendirerek aramızdaki mesafeyi korudu.

Halkımız makarnaya gösterdiği ilgiyi şehriyeye göstermemiş anlaşılan, arpa'sı, tel'i, yıldız'ı paket paket şehriye doluydu raflar. Kuskus da görmedim bak!

Alışverişe çıkan gençler hijyenik maske takmıştı da yaşlılar maskesiz yapıyordu alışverişlerini. Acele acele arabalarını doldurup kasalara doğru aralarında yarışırcasına yönlenmeseler, dersiniz ki "Hepsi birer süper kahraman." Aynen o havadalar! İnatla sakin sakin dolaştım reyonların arasında. Dezenfektanlar, maskeler, eldivenler, kolonyalar, sabunlar için koca bir reyon ayrılmıştı. Aferin...

Ekmek reyonuna geldim, hafif bir kalabalık bekliyor önünde. Yeni çıkan sıcak ekmekler kapış kapış alınırken raflardakilere hiç rağbet edilmiyordu. Kadınlar aralarında konuşurken duydum: Kâğıt torba içinde olmasına rağmen rafta bekleyen soğuk ekmeklerde koronavirüs şüphesi varmış... Ee tabi ben de sıcak ekmeklerden aldım.

Kasiyerler maskeli ve eldivenliydi. Girişteki gibi çıkışta da yine dezenfektan sıktım elime.

Eve geldim, kapıda el-yüz kolonyalandı, üst-baş ne varsa tek tek çıkartılıp makineye atıldı. Eve değil de, sanki bir cezaevinin revirine gelmişim gibi hissettim. Sadece revirdeki gardiyanlar tanıdık çıktı... Fakat hiç torpil geçmediler!

Eşim ve kızım can sıkıntısından kek, poğaça, çörek ne varsa yapmanın derdine düşmüşler. Denenmemiş tüm tarifler tezgâhın üzerine yayılmış. Ben de pasta-börek kitabını aldım, karıştırdım, mısır unlu, pırasalı, havuçlu çörek tarifi bana da ilginç geldi. Tadı nasıl oluyor bilmem; çocukluğumdan beri pırasayı, bamyayı, kerevizi sevmem, tencerede bunları görünce hemen alternatif beslenme yollarına başvururum. Ancak koronavirüs pandemisi sebebiyle dışarıdan sipariş verme riskini de göze alamadığıma göre, önüme ne konursa çaresiz razı olacağım.

Bu akşam ailecek "Uno" oynayacağız, ama her kartı dezenfekte ederek çekeceğiz. Malûm karantinadayız, İtalyanlar kadar güvenemeyiz Uno kartlarına...

***
5. Gün
İskoç kahvaltısı

Hava soğuk, evden dışarı çıkmayı gerektirecek bir neden de yoktu. Tam gün evdeydik. İşin garibi ilk günlerdeki telefon aramaları da kesildi. Herkes sakinleşti sanki. İnsanlar içine döndü, kendini meşgul edecek yeni meşgaleler buldu sanırım.

Her günü pazar günü havasında yaşamak hoşumuza gitmiyor değil. Kim ne zaman isterse uyandığı için evde telaş filan yok. Pazar sabahları yaptığımız Türk tipi serpme kahvaltıdan sıkıldık herhalde, bu sabah, "Size İskoç kahvaltısı hazırlayayım mı?" dediğimde eşim ve çocuklar ben daha cümleyi bitirmeden, "Evet" dediler. Oysa ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Hiç de şikâyet etmediler; ılık sütlü yulaf lapası içindeki muz, çilek, kayısı çekirdeği ve ceviz parçacıklarından oluşan kâsesine isteyen ev yapımı üzüm pekmezi, isteyen bal, isteyen akçaağaç şurubu ilave ederek tatlandırdı. Ailece bayıla bayıla yedik.

Süt dişleri dökülen köpeğimiz Daisy de bir çeyrek cevizle oyalandı durdu. Uzun bir müddet onun cevizi yeme konusundaki azmini seyrettik. Günün en neşeli olayı buydu.

Uno masası aynen yerinde duruyor. Oyunda eşim çocukları kayırınca herkes benim üzerime oynar oldu. Ben hariç herkes pek bir güldü. Az önce ceviz parçasıyla cebelleşen Daisy ile biz nasıl neşelendik ise, akşam da herkes benimle eğleniyordu...

Benim için keder-elem bitmez! Baktım ikindi vakti mısır unlu pırasalı-havuçlu çörek... Dün akşam yemek kitabında o tarife baktığımı gören eşim "benim için" pişirmiş. "Yahu ben pırasa sevmem ki, mısır ekmeğini de 10 yıl yemesem aramam hani!" dememle yüzü allak bullak oldu. Fakat bu defa severek(!) yedim iyi mi, istersen yeme! Daha korona virüs bulaşmadan iyileşmeye başladım sanki.

Dışarıdan bağrış-çağrış sesler geldi. Cümleten balkona çıktık, tespih tanesi gibi dizildik. Site içinde resmen eylem var, polis molis gelmiş... Karşı bloğun sakinleri ayaklanmışlar; hijyen kurallarını hiçe sayan ön taraftaki esnaftan birilerine çemkiriyorlar. Ortada yeterince Emekli Albay havasında insan olduğunu görünce ben 25-30 dakika seyrettikten sonra içeri girdim. Emekli General(!) lazım olsa beni de çağırırlardı. Demek ki mesele küçük, bana kadar intikal etmedi!

Kargaşayı seyrederken çekirdek çitlemiş bile olabiliriz. Film gibiydi, kimin kim olduğunu anlamadan, tartışılan nedir tam olarak bilmeden aile arasında bol bol yorum yaptık, fikir ürettik. Mahalle baskısı konusunda pek bir istidatlı olduğumuzu keşfettik.

Evde oturmanın en güzel yanı, bol bol kurufasulye, nohut, mercimek ve sarımsak yiyebiliyorsunuz. Akşam için sabahtan ıslatılan kurufasulyeyi pilav ve taze sarımsak eşliğinde yiyeceğiz. Bu demektir ki yarın da sokağa çıkmayacağım. Da bir sorun var: Ya evin doğalgaz alarmı, kaçak var diye öter de tüm bloğu ayağa kaldırırsa. Zira doğalgaz da sarımsak kokulu diye biliyorum. Ve gaz ile koku kaçınılmaz! Alarmı mı söksem, bilemedim...

Bu gece "kızma birader" oynayalım diyorum, fakat birbirimize kızacağımızdan eminim. Zira eşim daha şimdiden bana sert bakışlar atmaya başladı bile, mısır unlu-pırasalı çöreğe yaptığım samimi(!) yorumdan beri bir tuhaf davranıyor. Gidişat pek hayır değil, bana saracak bahane arıyor. Akşam oyunda ne olur kim bilir!? Şimdiden hakkınızı helâl edin...

***
6. Gün
Adapazarı Simidi

Bugün İsmail Küçükkaya'yı kaçırdım. Ancak "Çağla'yla Yeni Bir Gün"e uyanabildim. Bu gidişle önümüzdeki hafta ancak Fatih Portakal'la güne başlayabileceğim. Karantinaya alıştık ailece.

Günboyu yağan yağmurun verdiği kasvetle o kanal senin, bu film benim gezdim durdum. Oradan oraya yuvarlandık durduk.

Merak ediyorsunuz biliyorum; kahvaltımız klasik Türk kahvaltısı idi. Yumurtamın çok pişmiş olması haricinde her şey normaldi.Gece çıkan fırtınada balkondaki saksılardan biri devrilmiş, kahvaltıdan sonra balkona dökülen toprakları süpürmeye kalkıştım. Eşim, "Çekil sen kenara o iş öyle olmaz" dedi. O yağmurda, soğukta 15 dakikada yapamadığım işi, 5 dakikada yapıverdi ve ev işlerinde ne kadar beceriksiz olduğumu bir kez daha gururla yüzüme vurdu...

İkindi civarı telefonum çaldı. Arayan güzel sanatlara hazırlanan lise son sınıfa giden bir öğrencimdi. "Hocam ben bu tatilde kendimi çizime vurdum. Fakat çizimlerimi size göstermem lazım ki neyi doğru, neyi yanlış yaptığımı bileyim" dedi. Evi bize yakın olduğundan, "Bizim sitenin önündeki kafelerden birinde buluşalım" dedim ve whatsapp'tan konum attım.

O sağanakta üşenmedi geldi. "Hocam ben geldim" mesajıyla sitenin önüne çıktım. Baktım orta yerde yüzünde maskesiyle beni bekliyor. Hani o bana doğru yönelmese, ben asla tanımazdım. Herkesin suratında bir maske; kim kimdir belli değil ki...

"Girsene bir kafeye, niye ıslanıyorsun boş yere?" dedim. "Hangi kafe hocam? Hepsi kapalı!" dedi.

O zaman dank etti kafama. Karantina boyunca kafeleri açmak yasaklanmıştı ya! Tabii ki kapalı olmalılar.

Aklıma yolun karşı tarafındaki simit fırını geldi. Öğrencime, "Gel benle!" deyip sağanak yağmurda bir çırpıda caddeyi geçtim. Çark Caddesi bu cadde, olağan günde karşıdan karşıya geçmek kolay değil öyle. Normal zamanda donuna kadar ıslanırsın geçmek için. Yağmurlu günlerde de bu şoför milleti daha bir hain oluyor. Açık havada yol veren, yağmurda yol vermez yayaya. Eh burası da Sakarya birader; temmuzun on yedi günü hava yağmurlu geçer de kimse şaşırmaz.

Fakat bugün karantina sebebiyle olsa gerek yol bomboştu.

Simit fırınına attık kendimizi. Fırın dediysem, beş-altı masası da var içeride. Bana göre Türkiye'nin en favorisi olan Adapazarı Simidi'nin yanında çay, peynir, zeytin vs. de satıyor.

Hemen girişteki bir masaya çöktük; çayları söyledim, "Her zamanki gibi bana hafif yanık bir simit" dedim, öğrencim utandı herhalde, ısrarıma rağmen simit istemedi. Garibime gitti, zira ben daha bugüne kadar hiçbir çay-simit teklifini geri çeviremedim. Hani bir milletvekili vardı, 3 öğün çay-simit üzerinden bir ailenin aylık yemesine yetecek asgari ücretin hesabını yapmıştı. İşte o hesaba benim hiçbir şikâyetim olmaz. Da gel bunu bizim ev ahalisine anlat! Âleme ibret olsun için beni Susam Sokağı'nda boğarlar maazallah...

Çaylar geldi, simidim tam kararında... Sıcacık...

Öğrencim açtı çantasını, döktü çizimlerini ortaya. Ee kaç gündür evdeyim, özlemişim ben de, başladım yüksek sesle yorumlamaya. Klasik yorumlar işte: Oran-orantı, figürlerin hareketi, birbirleriyle olan ilişkileri, açık-koyu dengesi vs.

Simitçinin çırağı sanıyordum, meğer oğluymuş. Geldi yanımıza o da dinliyor. Babası seslendi uzaktan, "Rahatsız etmesin hocam!"

"Yok yok, niye rahatsız olalım?" dedim.

Çocuk 13-14 yaşlarında, öğrencimin çizimlerine hayranlıkla bakıyor. Ben eleştirdikçe nasıl savunuyor, anlatamam. "Ama şurası güzel, burası iyi olmuş" diyor. "Ya sabır!" çekip, "Babası çağır şu oğlunu artık" diye geçiriyorum içimden. Çocuk başıma kral kesildi resmen. Büyüyünce gazeteci-yazar olur bu! Baştan yüz verince, "Şurasını şöyle yapsaydın ya! Burasını da bi'dahaki sefer böyle yap!" diye bilgiç bilgiç akıl vermeye de başlamasın mı!

Öğrencim küçüldü, küçüldü... Yahu biz bu gençlere özgüven aşılayacağız, yeteneklerini geliştireceğiz diye akla karayı seçiyor, yıllardır vermedik gaz bırakmıyoruz. Bir aklıevvel ergen gelip bir çuval inciri berbat ediveriyor bir anda.

Öğrencim desenlerini toparlarken hesabı ödemek için kalktım. Ben kasadaki babasının yanında, çocuk da benim yanımda bitiverdi. "Çaylar-simit benden olsun hocam!" dedi çocuk, 50 yıllık tüccar-ressam edasıyla.

Tanıyorum ben bu çocuğu: İnsanlara rahatça hükmetmek için onlara bir şeyler ısmarlayarak onları kendine mecbur bırakmaya, aşırılıklarını karşısındakine bir şeyler lütfederek affettirmeye çalışan tiplerden. Tabi yersen!

"Olmaz öyle şey! Burası senin değil, babanın fırını, hem sen daha birkaç fırın simit ye, ondan sonra olur!" dedim.

Ezdim mi ergen çocuğu, hötzotluk mu yaptım gene?

Tam çıkacağız, kürek başındaki usta seslendi arkamdan, "Hocam benim çocuk da hep resim yapıyor, bir ara getireyim onun çizimlerine de bakıver!

"Kaç yaşında?" diye sordum, "6 yaşında, ellerinizden öper."

"Ergeniniz yetmedi bir de bebelerinizle mi uğraşacağız!?" diyemedim, zira simidi çok güzel yapıyorlar... Mecbur katlanacağız.

Öldünüz meraktan biliyorum. Hâlâ kızma birader oynamayı teklif edemedim evdekilere. Günler o kadar karanlık ve herkes o kadar kızgın ki. Gerek yok ekstradan kızdırmaya...

***
7. Gün
Biscolata erkekleri de karantinadayken makarna yer.

Öğle üzeri kalktık. Klasik bir kahvaltı yaptık. Yumurtam maydanozlu-peynirli omlet kılığına girdiği için, az pişmiş-çok pişmiş diye sorun etmedim.

Öğleden sonra elimde çay televizyon karşısında pinekledim. Kanal kanal gezdim. Uyudum uyandım, yine uyudum.

Akşam Fatih Portakal'a tam uyandım. Sabah kahvemi 19.00'da içtim.

Eşime akşam yemeğini hazırlamada yardım ettim. Yardım dediysem biraz mantar doğradım filan. Kayda değmez bir uğraş. Haliyle akşam yemekleri de iyice kaydı, daha geç saatlerde yeniliyor.

Saat 21.00'e birkaç dakika kala ailecek balkona çıktık. Bir alkış kıyamet bekliyoruz. Saat 21.00 oldu, bizim site sessiz sakin... Çıt yok!

Kızım, "Boş işler bu işler!" dedi. Oğlum, "Ben üşüdüm içeri giriyorum" dedi.

Ben saate baktım, acaba yanlış saatte mi çıktık balkona? Yok valla saat 21.01'di. Ben kendimce bir vaveyla yaptım. Alkış ve bağırış-rış-rış-rış... Sesim karşı bloktan yankılandı resmen

Eşim de beni kendi gürültümle baş başa bırakarak âdeta kaçtı yanımdan; giderken de, "Sen de gir içeri zatürre olacaksın!" dedi. Ben cevap olarak, "Çay suyu koy! Geliyorum." dedim. Eşinin peşi sıra seyredip çaresizce içeri girdi mahallenin tek delisi.

Daisy sanki üç saat yalnız bırakılmış da, biz eve yeni girmişiz gibi heyecanlandı, atladı, zıpladı. Hiç yoktan aksiyon yaratıyor, aklınca maskaralık yapıyor küçükcan... Kime ne!

Ben elimde bir kupa çay ile yine yerimde pineklemeye geçtim.

Yemek masası aynen öylece duruyordu. Kimsede sofrayı toplama isteği yoktu. Çok yedik... İyi yedik... Güzel yedik... Ah bir de sofrayı toplayıp bulaşıkları makineye koyacak biri olsa.... Hissediyorum; herkes birbirinden sofrayı toplamasını bekliyordu, fakat kimsede tık yok! En iyisi hiç görmezden gelmek. Kim ilk görür de sofra toplamayı dillendirirse iş ona kalır. Nasılsa eşim birazdan dayanamaz, görür... Ben bütün saf hainliğimle mutfak tarafına doğru başımı bile çevirmedim. Havadaki negatif enerjiyi duyumsamazdan geldim.

Televizyonda da bir şey yoktu, Netflix'te film-dizi aramaya dahi üşeniyordum. Günlerdir o kadar çok arama yaptım ki arama yapmaktan sıkıldım.

Yaşanılan yeni bir şey de yok ki birader! Ne konuşalım, ne anlatalım! Uzaması gereken günler kısaldı, çok çok kısaldı.

Ruhum dingin, kaslarım gevşek, sesler anlamsız. Bir ara çok uzaklardan bir ses, "Kutu oyunu oynasak bari" der gibi oldu sankiii. Yine uyuyakalmışım..

Gece 03.00'te uyandım. Herkes yatağında, ben hâlâ pineklediğim kanepede... Haber kanallarından açıklanan günlük vaka sayısını öğrendim.

Meydanı İtalyanlara bırakacak değiliz tabii. Yoksa çıkar o meydanda yakarız Fiat marka otomobillerimizi... (Ferrari olmaz! O pahalı, milli servet.)

İtalyanlar kızdırmasın bizi pizza bile yemeyiz şu milli karantina günlerinde; fakat makarna işi yaş biraz... 1. Dünya Makarna Festivali'nin evrensel anlamda kutlandığı şu günlerde makarnayı boykot edemeyiz, midelerimiz-dolaplarımız makarna dolu. Tüketmezsek ayıp olur...

İtalyanlar çok da umurumdaydı! Roma tanrısı kılıklı, bronz tenli, taş yapılı, güzel gülüşlü Biscolata Erkeklerinin köküne kibrit suyu... Viva Corona!!!

Diğer yandan, korkunun ecele faydası yok, evde kalmanın, önlem almanın faydası var. Hem korkup hem de sokaklarda gezmeye devam edersen olacağı budur.

Bugün karantina günlüğüne bu kadar yazabiliyorum. Çünkü yazmaya değer yaşanan başkaca bir şey yok. İsterseniz rüyalarımı yazayım. Zira bugün pek çok rüya gördüm.

Şimdi yine uyuyacağım. Hangi rüyayı görmeye devam etsem acaba? Hımm...

***
8. Gün

Bana yetti beya! Ne uyku, ne de yemek düzenimiz kalmadı...

Hatırlarsanız dün gece yarısı saat 03.00'de kendimi pineklediğim kanepede ailem tarafından öylece terk edilmiş olarak bulmuştum. Sonra da yeni rüyalar görmek üzere vedalaşmıştım günlüğümle.

Fakat uyumak ne mümkün! Günün 24 saatinin 18 saatini uyumakla geçirdiğim için sağıma döndüm yok, soluma döndüm yok. Olmadı, uyuyamadım. Kalktım sabahın köründe izciler için korona virüs ile ilgili bir-iki grafik hazırladım, yayınladım. Korona virüs kendisiyle gurur duymuştur eminim. Beni saatlerce uğraştırdı kerata.

Sabaha, bu günlük yazılarımı okuyanlardan gelen tebrik mesajlarıyla başladım. Yapmayın yahu! Gaz vermeyin, çıtayı taşımayın bu kadar yukarıya, gözümü korkutmayın. Şu karantina günlerinde kendimce meşgul olmaya çalışmaktan başka bir arzum yok.

Ayrıca taklit edilmekten de haz duydum. Birkaç kardeşim de benden aldığı feyiz ile tıpkı benimkine benzer üslupta günlükler yazmaya başlamış. Ee ne derler bilirsiniz: "Taklitler asıllarını yaşatırmış."

Ev ahalisi yine öğle üzeri uyandı. Eşim uyanır uyanmaz mutfak robotu rolünü üstlendi ve hamur açıp çörek otlu pişiler kızarttı. Pişinin eve yayılan nefis kokusuna gelir sandığım oğlum ve kızım kendi hallerinde odalarında takılıyor, oralı bile olmuyorlardı. Daisy ile yanlarına gidip rahatlarını itina ile bozduk. Mecburen geldiler kahvaltıya.

Daisy kahvaltı masasına oturmak için hepimizden çok daha hevesliydi. İyice göbek yaptı köpoğlu. "Kim, ne ara, ne yediriyor bu hayvancana?" diye sorduğumda kimseden çıt çıkmıyor. İyi de, o zaman elimi attığımda kaburgalarını bulmalıyım di'mi? Ama yok, bu bildiğiniz "canlı yumoş" oldu... Eve gizli kamera taktırmaya karar verdim. Böylece kimin normal öğünler dışında Daisy'i gizliden gizliye beslediğini saptayabileceğim. Bakalım suçlu kim!?

Akşamüstü evde eksilenleri tedarik etmek için markete gidilmesi gerektiği, kanepesinde kendi hayal âlemine dalmış olan şahsıma bildirildi. "Tamam" dedim ve hemen gidip içlerinden biri kısa olan çöpler hazırladım. Çağırdım herkesi karşıma, "Çekin birer tane!" dedim, "Bakalım korona virüse bugün hangimizi feda edeceğiz? Kısa çöpü çeken markete gider!"

Anasını satayım; herkes uzunları çekti, iyi mi! Ben elimde kalan kısa çöpe bakarken, diğerleri haklarında verilmiş idam fermanları kaldırılmış gibi seviniyordu. Peki ya ben!?

Feda edilmiştim...

Başladım bildiğim ne kadar dua varsa okumaya... Usul usul üstümü giydim, âdeta savaşa gidiyormuşum da zırh kuşanıyormuş gibiydim. Eşim bir çift tıbbi eldiven getirdi, bir de maske. Bunları itinayla elime, yüzüme geçirdi; sırtımı sıvazladı. Arkamdan, "Gazan mübarek olsun goççum, aslanım be!" dedi mi bilmem.

Bir asansör çağırmak hiç bu kadar zor olur mu? Düğme metal, aslanlık filan kalmadı bende. Gün boyu internetten onca bilgi edinirsen olacağı bu! Elinde eldiven olsa bile kolaysa bas da göreyim o metal düğmeye...

Bir galeyan anında kelime-i şehadet getirip bastım düğmeye!

Sokaklar tenha ama boş değil. Dedeler-nineler el ele, kol kola yollardalar maşallah. Keyifleri yerinde, eşofmanları üstlerinde! Ah şimdi bunların yüzüne doğru okkalı bir şekilde hapşırmak vardı. Ama yüzümde maske var birader. Hem tembihliyim, elimi yüzüme süremem! Hapşırsam da yüzümdeki maske sebebiyle olan yine bana olur. Durduk yere "sağlık teröristi" olarak nitelenmek de var. Haliyle yemedi!

Market yakın; zaten her yer market dolu burada, alıyoruz alıyoruz, bir türlü bitiremedik yıllardır. Gene bir şehadet getirip girdim markete. Ekmek, yumurta, un, gazoz vs. alacağım.

Bugüne kadar hep "gezen tavuk yumurtası" tercih eden ben, empati yapıp bu defa "gezemeyen tavuk yumurtası" aldım. Hem de 30'lusundan. Aklımca 30 adet yumurtayı kurtardım esaretten, beraberimde gezdireceğim.

Gereksiz yere hiçbir şeye el sürmeden kasaya geldim. Her alışverişimde beni nazikçe selamlayan kasiyer kız bu defa selamlamadı. Ya maskeden dolayı tanımadı ya da insanları panikletmemek adına kendisinin bütün gün maskesiz çalışmak zorunda bırakıldığı iş ortamında, benim gibi zırhını tam kuşanmış bir şövalye görmekten rahatsız oldu.

Ödememi yaptım, torbaları yüklendim tam çıkacağım, "torbaya koymadığım bir şey kaldı mı acaba?" endişesiyle geriye bir göz attım. Kasiyer benim arkamdan önündeki tezgâha ve ellerine bol bol dezenfektan püskürtüyordu. Oysa benden önceki sempatik, yaşlı, ev kadını hallerinde olup hiçbir zırh kuşanmamış teyzenin arkasından püskürtmemişti. Acaba eldiven ve maske takanların hasta olduğunu mu düşünüyor diğer insanlar, bilemedim.

Sahiden hasta mıyım yoksa! Kasiyer kız benim bilmediğim bir şey mi gördü bende? Neyse, bugünlerde paranoyak olmanın da pek bir anlamı yok! Fazla takmadım kafama, ama bunu da yazdım bir kenara...

Hızlı adımlarla eve döndüm. Ahha; asansör bıraktığım yerde değil, demek ki en az bir defa kullanılmış olmalı. Çağırma düğmesine basmak için yine o galeyan anını bekledim. Yok valla bu defa cesaret edemedim. Elimde poşetler merdivenlere yöneldim.

Oflaya puflaya bizim kata ulaştım. Zili çaldım. Kapıyı tüm aile bireyleri birlikte açtılar. Daisy de beni tanımadı, o küçük göbeğiyle hırlıyordu bana. Maskeyi çıkardım sustu, kırk yıldır görüşmeyen askerlik arkadaşıymışız gibi sevinme moduna geçti.

Sorular, sorular... "Nasıl market kalabalık mıydı?", "Makarna var mıydı?", "Sabun reyonuna bakabildin mi?", "Dışarıdaki insanlar genç mi, yaşlı mı?", "Dolmuşların, otobüslerin yolcusu var mı?", "Fiyatlara zam gelmiş mi?", "Tanıdık birisiyle karşılaştın mı?"

Körün istediği tek göz, Allah vermiş iki göz.

Ballandıra ballandıra anlattım market maceramı. Uzattım da uzattım olayı, bire bin kattım. Canım ailem, ağzı açık hayran hayran dinlediler. Dedim, "Merak etmeyin, yarın sizi de arabayla 5-10 dakika çıkarır şöyle bir gezdiririm. Ama bundan böyle markete girmenizi filan istemiyorum. Oralar sizin için hiç tekin yerler değil!"

Fakat şimdi var ya; "Tüh bak yoğurt almayı unutmuşum!" desem, ailenin her bir ferdi gidip marketten yoğurt almak için çektikleri uzun çöpleri kırar, "kısa çöp bana çıkmıştı" diyerek birbirlerine girerler. Öyle bir kahramanlık havası yarattım ki üstlerinde. Saldım çayıra, yüce Mevlâ'm kayıra...

Akşam yemeklerimizin süresi uzadı. Hayır, daha geç saate kaymasından değil, sofrada oturma zamanımızdan bahsediyorum. Eskiden olsa herkes sofradan bir an önce kalkmak, hatta kaçmak isterdi. Bakıyorum da şimdi herkes daha başka nasıl bir sohbet açabilirim diye didiniyor. Hoşuma gitmiyor değil hani...

Baktım sohbet konuları tükeniyor, hemen bir başka kahramanlık hikâyesi daha anlatmaya başladım: "Tam markete girmiştim ki, karşıdan bana doğru gelen bir..."

Canım ailem ya, kıyamam! Nasıl da dinliyorlar beni...

Saat 21.00'de balkona dizildik yine. Evet, bu defa benden başka mahallenin bir sürü delisi daha vardı. Demek ki sabah servisine gelen apartman görevlimize verdiğim Emekli General (!) ultimatomu Emekli Albay (!) olan blok yöneticilerine ulaşmış ve sitemizde bir seferberlik başlatılmıştı. Kollarımız yorulana, ellerimiz patlayana kadar hep birlikte alkışladık sağlık çalışanlarını, ıslık filan çalanlar da oldu. "Yok canım" dedi eşim, "bunlar hep filanca partili komşular, başkanları çıkıp alkışladı diye bu akşam onlar da alkışlıyorlar." Tam kerameti kendimden bilecektim ki, yine olmadı. Veto edildim.

Balkondan içeri girerken eşim, "Yarın daha az kahramanlık hikâyesi yaz. Öyle bir markete gittim diye havalara girme hemen. Bak yoksa ben de Katlı Pazaryeri'ne giderim, bütün havanı anında alırım" diye fısıldadı kulağıma...

***
9. Gün
Van Gogh'un bir eseri

Bugün pazar, çalışmıyoruz! Tüm gün evdeydik.

Ev karantinasında her günü pazar günü gibi yaşayınca, bu defa bir değişiklik yapıp meşhur pazar kahvaltısını yapmayıp tost ve çayla geçirdik.

Akşama kadar ailecek o film senin, bu dizi benim oradan oraya yuvarlanarak geçirdik.

Bir ara, her girdiğimde, "Bu evde böyle bir yer de var mıydı?" diye şaşırdığım ve neredeyse ayda-yılda bir kullandığımız salona girdim, oturdum. Misafir bile gelse pek kullanmadığımız ve sırf prestij bazlı dayanıp döşenmiş bir yer olduğundan orada otururken kendimi pek bir VİP hissettim.

Ana duvarda yer alan sanat eseri niteliğindeki büyükçe tabloya baktım, derinden inceledim; sanatçının renkleri, formları kullanışını objektif bir bakışla reel bazda vicdansızca eleştirdim... Bir ahenk içinde objeler arası bağlantı kuracak ve mekânda denge yaratacak şekilde dağıtılmış, heykel sayılabilecek boyutlardaki konsept bibloları elledim; hacimlerini, oylumlarını, formlarını yokladım. Her birini bir de sağa-sola çevirip arkadan, yandan gözlemledim, değerlendirdim...

"Heykellerin üzerinde parmak izim kalıyor mu?" endişesiyle birinin yüzeyine kuvvetlice hohladım. Kalmıyordu; zira günde 40 defa ovalayarak el yıkamaktan parmak izim bile silinmişti.

Salon masasına nazır duran aynada ise bir aile büyüğümüzün saç-baş dağınık, pijamalı, klasik ekolde bir portresi yer alıyordu. Âdeta başat bir yapıttı. Sanatçı, portrenin gözlerindeki mahmurluğun yansıttığı tüm o naifliğin yanında, kendinden emin, kararlı bir bakış, ışık yakalamayı başarmıştı. 10-15 dakika bu eseri dikkatle seyrettim. Hafif ukala, seçici, biraz asi, gururlu... Hani dokunsalar başlayacaktı nutuk vermeye...

Ben seyrettikçe tablodaki figür hareket kazandı, daha bir dik durdu, göbek kayboldu, duruş sportifleşti. Tavrı ilk bakışta "tek adam" izlenimi yaratıyorsa da inceledikçe öyle nitelenmesinin kendisinden kaynaklanmadığı seziliyordu. Onlarca okuma yapmış, yüzlerce kez deneyimlenerek kazanılmış bu tavır, cahilliğe ve yobazlığa karşı geliştirilmiş bir iç isyandan kaynaklıydı.

Hani ne derler: "Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder." Yarım lider de, izcilikten eder. İşte bu portredeki şahsiyet de sanki bu yarım liderlerle mücadele etmek için yaratılmıştı.

Aydınlık demek parlaklıktır, ışıldamaktır, gözleri kamaştırmaktır, uzakları net göstermek/görmektir. Peki ya yarı aydınlık nedir? Mum da parlar, deniz feneri de! Herkesin aydınlığı kendince... Kimi titrektir, kimi yol gösterici.

Velhasılı aynada yer alan portre onat bir yapıttı, öyle herkesin kendi VİP salonuna asabileceği türden bir şey değildi. Eşimi bu cesaretinden ötürü tebrik etmeye karar verdim.

Tam sıra gümüşlüğün (camekân) içindeki nesneleri incelemeye gelmişti ki, arkamdan bana seslenildiğini duydum.

Meğer benim statüm, tek başıma VİP salonu kullanmaya yetmiyormuş. Yetkilisi geldi, "Hah! Karıştırılmadık, dağıtılmadık bir burası kalmıştı!" diyerek beni kolumdan tutup salondan dışarı çıkardı. Dışarı çıkarılırken hafifçe tartaklandım bile denilebilir. Fakat iş mahkemeye taşıyacak boyutta değildi. "Görevli, görevini sertçe yapıyordu" diyelim ve bu konuyu usulca kapatalım.

Bir anda kendimi mutfakta soğan doğrarken buldum. İki gözüm önüme aktı resmen. Hayır büyük olanları değil de, küçük olanı çok acı verdi. Halbuki "küçük bu" deyip ciddiye dahi almamıştım bu cücük soğanı. Hakkından geldim tabii, daha küçük parçalara ayırdım haini.

Cem Karaca'nın şarkısında dediği gibi: "İşçisin sen işçi kal!"

Aynen bu şarkıdaki gibi işimi yaptım ve kırık-buruk bir ruh haliyle yedim akşam yemeğini. İçimden şarkının sözlerini değiştirerek söyledim:

"İzcisin sen izci kal!"

***
10. Gün
Adapazarı Islama Köftesi

Bugün pazartesiydi fakat kimsede "Pazartesi Sendromu" kalmadığını düşünüyorum.

Şimdi "+65 Yaş Sendromu" sardı her yanı. 65 yaş ve üzerindekiler dışarı çıkmakta ve yasak filan tanımamakta ısrarlılar. 64 yaş ve altı ise onları evde tutmakla meşgul. Zira tutamazlarsa topyekûn sokağa çıkma yasağı gelir ki bu da günlük yaşamı hepten zorlaştıracaktır. Ekonomik durumlar zaten vahim...

Bugün klasik bir kahvaltı yaptık. Yumurta yoktu kahvaltıda. Sorun çıkmadı...

Aile içi karar aldık, eskiden nasıl yapıyorduysak, ne kadar yiyorduysak, karantina günlerinde de o kadar yiyeceğiz. Her sabahı pazar sabahına çevirince, pazar günü kahvaltısının da önemi kalmıyor. Aile içi değerlerimiz bir bir yıpranıyor bu karantina sürecinde.

Buzdolabının üzerine, o günün hangi gün olduğunu büyük büyük yazmaya karar verdim. Böylece ev ahalisi o günün hangi gün olacağını bilerek beslenecek. Yok öyle ne buldunsa ye-tüket! Ya da oturacağım buzdolabının başına başlayacağım, "Yassah hemşerüm!" diye bağrınmaya...

Bu yemek işi zor iş. "Bugün ne yiyelim?" sorusu, dünyanın en çok sorulan sorusu olmalı. "Bugün ne giyeyim?" diye ancak aile bireylerinize sorarsınız. Fakat ne yiyeceğinizi herkese sorabilirsiniz.

Benim huyumdur: Bilmediğim bir şehre gittiğimde hemen yolda-sokakta gözüme kestirdiğim ilk Yerli'ye sorarım, "Ugh! Bu şehirde ne yenilir, nerede yenilir, neresi gezilir, nerede konaklanır?" Başka iki kişiden daha teyit alır, ona göre kendimce bir program hazırlarım. Biliyorum şimdi her şey internette var, insanlar hiç gitmedikleri şehirleri, ülkeleri bile orada yazıyor, tanıtıyorlar.

Da mesela, "Adapazarı'nda ne yenilir?" sorusuna verilen ilk cevap, "Islama köfte" olur, ikincisi de "Kabak tatlısı." Oysa Adapazarı'nda yenilecek bir sürü başka yemek vardır ama bunlar yerli halktan başkasının bilebileceği şeyler değildir. Hem zaten her yerde de bulunmaz. Ya onun usta aşçısına gideceksiniz ya da bekleyeceksiniz bir aile büyüğü sizi yemeğe davet etsin.

Yerli halk aşçısının spesiyalitesiyle ünlenmiş yerli lokantalar hep elinin altında olduğundan kalkıp da bunları internete yazmaz. Zira o lokanta çocukluğundan beri hep oradadır, gider o yemeği orada, ustasının elinden yersin, kalkıp da bunu internette anlatacak kadar önemsemezsin.

Yani diyeceğim şu; şehir dışından gelen bir misafirimiz yoksa, biz normal günde gidip de ıslama köfte yemeyiz. Pek nadirdir. Ne zaman şehir dışından bir misafirimiz gelir, ancak biz de onları götürünce ıslama köfte yeriz. Bilmem, belki de ben öyleyimdir. Kabak tatlısını da evde eksik etmeyiz zaten.

Yemeğe dışarı çıkacaksak da ya Konya, ya Antep, ya Adana, ya Karadeniz, ya Hatay işi lokantalara gideriz. Bir de gece yarısı İzmir usulü kokoreç...

Karantina sebebiyle lokantalar genelde kapalı olduğundan şimdilerde gelecek olanın hiç şansı yok... Acından ölür... Gelmeyin valla!

İşte tüm pazartesi gününü bu gibi yemekvari düşüncelerle geçirdim. Var olanın önemini yok olduğunda anlıyor insan.

EBA tv açıldı. Kızçem televizyonun başına bir heves oturdu. Ailecek 9. sınıf matematik dersine iştirak ettik. Karantina sebebiyle eve gelen ve Ankara'da üniversiteye gide(meye)n oğlum tüm soruları kızımdan önce, hatta televizyonda dersi anlatan öğretmenden bile önce cevaplayarak ne kadar akıllı olduğunu tüm ailemize ispatladı. Susturamadık bir türlü. Fakültesini özlemiş zaar.

Kızçem dersi dinlemek için azami çaba harcamasına rağmen sıkıldı. Bir süre sonra hepimiz sıkıldık, ailecek esneme nöbetleri geçirdik. İki soru arasında bangır bangır verilen geçiş cıngılı olmasa horlardık bile. Yayıncı her matematik sorusu arasına koyduğu yüksek volümlü bir cingılla âdeta beni tokatladı, "Uyuma oğlum, dersi dinle!" diye azarladı.

Sayın Cumhurbaşkanımız aradı(!) cep telefonumdan, heyecanlandım tabii... Benim konuşmama hiç fırsat bırakmadan, kulak asmadan konuştu ve yüzüme kapattı telefonu. Oysa diyeceğim ne çok şey vardı. Dinlemedi!

Akşama doğru aldı beni bir dert: Bugün ne yiyelim!?

"Bugün normal bir gün olsa ne yerdik?" dedim. Ahali, "İyi de, bugün normal bir gün değil!" dedi kanon hâlinde. Anlaşıldı iş başa düştü... Bana marketin yolu gözüktü.

Stokçuluk yapmamak için direndiğimizden alışverişi günlük yapıyoruz. Bu defa arabamla gittim. Bankadan emekli maaşımı da çekecektim. AVM'ler kapandığından sokakta atm bulmak mesele oldu, mecbur Serdivan'dan Adapazarı'na banka şubelerine kadar gideceğim. Yürümek yemedi.

Eldivenlerimi taktım özenle, maske takmadım bu kez. Zira maskeli insanlara kötü davranıldığını bizzat tecrübe etmiştim önceki gün. Fırına, markete, bankaya uğrayıp 15-20 dakikada eve döndüm. Pazartesi ikindi vakti olmasına rağmen sokaklar, caddeler tenhaydı.

Bankamatik kuyruğu 15-20 metre vardı. Yok canım hemen telaşlanmayın! Kuyruktaki her bir insan arasında 1-2 metre boşluk vardı, sıradaki insan sayısı 6-7 kişi kadardı. Hiç kimse oyalanmadı da tam benim önümdeki "Kaçak Teyze" oyalandı da oyalandı. Üç ayrı kart ile işlem yaptı. İşi uzayınca arkasındaki bana da anlattı; eşi ile eltisinin emekli maaşlarını da o çekecekmiş. Evde en genç oymuş. Onun da yaşı, "sokağa çıkmaya tutmuyormuş" ama tam sınırda (65 yaş) olduğundan, "Sana bir şey demezler, bankaya sen git!" demişler.

Teyze 65'ten büyük duruyordu, bence savunma mekanizması ile 65 olduğunu iddia ediyordu. "Acaba polis mi çağırsam? Alsınlar, götürsünler!" diye düşünmedim değil. Zira bankamatiğe hepten konuşlanmış, bırakacağa da hiç benzemiyordu. Bankamatik ekranını, üçgen yerleştirilmiş bir dantelle süslemesine çok az kalmıştı.

İşleri bitirince eve döndüm; nerede o önceki günkü ilgi-heyecan!? Daisy de olmasa yandık yani... Bir tek o sevindi sağ-salim eve döndüğüme.

Anladığım şu: Ev ahalisi beni pazar günü onları gezmeye çıkarmadığım ve hep ben kendi başıma gidip geziyorum diye sessizce beni protesto ediyordu.

Sanki bu evde soğan doğramayı bir tek ben biliyorum he! Nedense soğan doğrama işleri hep bana denk geliyor. Eşime sordum, "Tamamen rastlantı" dedi hafif bir sırıtışla...

Yemekten sonra tv dizisi "Yasak Elma" başladı, eşim geçti televizyon başına. Ben bilgisayardan sanal gezintiler yaptım. Kulaklık takıp kendimce müzik filan dinliyordum. Flamenko, klasik müzik filan derken nasıl oldu bilmem, "Erik Dalı Gevrektir"e kadar gelmişim. Dizinin reklam arasında söktüm kulaklığı açtım sesi sonuna kadar.

Müziği duyan herkes toplaştı bir anda. Protesto sona ermişti.

Dizi bitti, bizim ailecek göbek atmamız bitmedi a dostlar! Çoluk çocuk hepten döktük kurtlarımızı. Daisy bile iki ayak üstüne kalkıp ön patilerini açtı iki yana. Kasıklarımız ağırana kadar güldük; elimiz, kolumuz yorulana kadar ailece eğlendik, yorgunluktan serildik çok şükür.

Yalnız aklımda hep bir soru var dostlar, sormazsam olmaz: "Siz bugün ne yediniz?"

***
11. Gün

Off ya! Yok ki olan bir şey; neyi, nasıl yazayım?

Hani evde sahte dezenfektan ya da maske üretsem de polis baskın yapsa ya da "umreden yeni geldim" deyip kapı kapı komşuları gezip hurma dağıtsam ve sitemizde kendimce bir panik yaratsam, komşular infiale kapılsa...

Yok valla hiçbirini yapacak, kurgulayacak hâlde değilim. Bir atalet çöktü üzerime. Duşa girmek bile zor geliyor. Sabun gören korona virüs gibiyim...

Günlerdir aynı şekilde yaşıyoruz. Aynı şeyler de yazılmaz ki birader! Ne yazacağım, "şimdi sağımdan soluma döndüm", "buzdolabının başında 7/24 nöbet tutuyorum", "evde ekmeği karneye bağladım", "günlük kişi başı su içme oranını 1 litreye düşürdüm" filan mı?

İyi de bu işin hiç şakası yok, kelimeler kifayetsiz...

Hah işte şimşek çaktı! Metin yazamıyorsam şiir yazarım ben de:

ANLATAMIYORUM

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Karantina günlerinde;
Dokunabilir misiniz,
Sıkıntıma, ellerinizle?

Bilmezdim gezmenin bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir salgın var, biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

(Orhan Deli)

Çok Gizli Not: Orhan Veli'nin "Anlatamıyorum" isimli şiirinden espri amaçlı olarak esinlenilmiştir.

***
12. Gün
Daisy banyoda

Rol modelimiz Daisy!

Bildiğiniz üzere evde şu aralar altı kişiyiz. Anne, baba, oğul, kız, bir de Daisy (köpek) ve Pako (kırmızı yanaklı su kaplumbağası)...

Daisy 6 aylık bir Maltese Terrier. 6 kilogram çekmez. Uzun beyaz tüylü, zeytin gözlü harika yumoş bir köpek. Evde kendi belirlediği iki-üç köşesi var, cinsinin özelliği olarak günde 16-17 saat o köşelere çekilip uyuyor. Uyandığında da aklı-fikri yemek-içmek ve kendini sevdirmek. Daha çok mamayı nasıl yerimden başka bir derdi yok...

Yaşına, başına göre uyanık bir tarafı var: Tuvaletini bu iş için yapılmış özel bir ped'e yapınca ona ödül maması verdiğimizi biliyor. Kimi bir şey yerken görse, hemen gidip bir parça çiş yapıyor ped'ine ve kendisine de mama verilsin için yemek yiyenin önüne atlıyor hemen. Öyle bir bakış bakıyor ki, taş olsanız erirsiniz...

Gece olduğunda da -genetik mirası gereği- bir enerji patlaması yaşıyor hayvancan. Oradan oraya koşturuyor ev içinde. Bir heyecan bir heyecan, sormayın! Yorgunluktan serilinceye kadar atlıyor, zıplıyor, çocukların ucundan tuttuğu oyuncaklarını dişliyor, çekiştiriyor. Da en sevdiği oyuncak, bir tahta yemek kaşığı. Kemire kemire kaşığı yarıladı. Malum süt dişleri döküldü yerine kalıcı dişleri çıkıyor. Yeni çıkan dişlerin verdiği rahatsızlığı diş etlerini kaşıyarak atıyor.

İşte bu haliyle Daisy bizim evin rol modeli oldu âdeta.

Biz de günde 14-16 saat bir o köşede, bir bu köşede uyuyoruz. Kim bir şey atıştıracak olsa, "Bana da ver, bana da!" diyerek etrafında toplanıp şirinlikler yapıyoruz. Öncesinde tuvalete gidip hacet giderenimiz de yok değil hani!

Daisy nasıl etrafı dağıtıp bırakıyorsa, biz de öylece dağıtıp bırakıyoruz. Allah'tan başak burcu bir annemiz var da, Daisy'nin olduğu kadar bizim de arkamızı topluyor. Allah sabır versin; eşim bu duruma Korona virüs'ten bile iyi dayanıyor.

Malumunuz alışverişimizi günlük yapıyoruz. Ve market işlerini ben üstlendim. Öğleden sonra bir ara dışarı çıkıp aracımla Adapazarı'na kadar gittim, sağı-solu şöyle bir kolaçan edip döndüm. Şehirde genel asayiş berkemal. Sokaklar, caddeler boş sayılır, dükkânların büyük çoğunluğu kapalı. Dükkânını açan esnaflar da sıkılmış olmalı, yol ortasında kendi aralarında top çevirip pas yapıyorlardı. Evlerden dışarı taşan kavga-gürültü seslerinden başkaca bir hareketlilik yok.

Dışarıdaki zorunlu işlerimi bi'çabuk halledip eve döndüm. Hayatımda hiç bu kadar hızlı peynir aldığımı hatırlamıyorum.

Çok yakınımda olanlar hariç, kimse bilmez benim peynir gurmesi olduğumu. Peynir konusunda, "Uzmanım, eksperim!" diyene taş çıkartırım. Zamanında Ezine Süt Ürünleri Kooperatifi'yle özel yazışma yapıp, kargo ile yıllandırılmış teneke-teneke peynir almışlığım bile vardır. Yurt dışına her çıkışımda çeşit çeşit peynirle dönerim yurda. Yaban mersinli peynir favorimdir. Sizin görünce, "Küflü bu, yenmez! Kim yer ki bunu?" diye burun kıvırdığınız peynirlere ben ölür-biterim. Tabii bunda, yıllarca Sakarya'daki mandıralarda üretilen süt ürünlerinin ambalajlarını tasarlamış olmam en büyük etken. İş icabı civar mandıralara, fabrikalara git-gel yapa yapa; firma sahipleriyle, işin erbaplarıyla sohbet ede ede; peynirlerin iştah kabartan kurgusal fotoğraflarını çeke çeke ve her iş bitiminde bana modellik yapan peynirleri mideye indire indire kendiliğinden oldu bu gurmelik işi. İnternette dünyadaki yerel peynirler üzerine yaptığım okumalar hariç tamamen doğaçlama olarak gelişen bir hobi. Ee tabii bir de Selanik muhaciri olan anne tarafımdan gelen mandıracılık hakkındaki aile içi geleneksel öğretiler var tabii...

Sabun yapmayı da bilirim he! Rahmetli dayım sabunhanede yöneticiydi. Çocukken sabunhanelerde kulvar kulvar az kaymışlığım yoktur. Geleneksel tipte bir sabunhane görmeyen anlayamaz ne dediğimi. Hele o mis koku! Şimdi en kral sabunda bile yok... Yöresel ürün pazarlarında henüz firesini vermemiş taze sabun kalıplarında benzer kokuyu buluyorum bazen. De ben de aynı kalmadım zaar, fire vereli epey oldu!

Kızçem sıkılmış, evi yakınımızda olan okuldan bir arkadaşı ile kısa bir yürüyüş yapmayı kararlaştırmışlar. İzin istedi, "Tamam" dedim, "hiçbir yere, insana dokunmadan maske ve eldivenle çıkacaksan olur." Bir de ne olur ne olmaz, dışarı çıkmasının bir amacı olsun diyerek, 5 dakikalık yürüme mesafesinde olan petshop'a (hayvan ihtiyaçları marketi) kadar gitmesini, Daisy'e ve Pako'ya yedek mama almasını istedim.

Eldiven-maske tamam... 15 yaşındaki kızım çıktı gitti; annesini balkondan içeri alamadık. Yarım saat, kırk beş dakika sonra kızçem geldi, annesi de buz tutmuş haliyle balkondan içeri anca girdi.

Dönüşünde kızıma sordum, "Nasıl bir deneyim edindin?" diye! "Sokaklar boş ya! Herkes sevgilisiyle el ele geziyor" demez mi? Valla dahasını soramadım, "Yürüyüşe çıktığın arkadaşın kız mıydı, erkek miydi?" diye.

Oğlumda sorun yok! Üst katta -yemekler hariç- 2 metrekare alanda yaşıyor. Onun köşesi hep bellidir zaten. Kurdu birkaç oyun bilgisayarına, ikindiden sabaha kadar kesintisiz kan-ter içinde savaşıyor. Sanırsınız ki evin üst katında bir "Kılıç-Kalkan Ekibi" yaşıyor. Habire kılıç-kalkan sesi ve ara sıra atılan savaş naraları geliyor. Uzun süre takınca kulaklık rahatsız ediyormuş. Biz de çaresiz, Bursa'nın meşhur Kılıç-Kalkan Ekibi ile aynı evde hep birlikte yaşıyoruz. Ara sıra benim de, "Savulun bre deyyuslar!" diyerek aşağı kattan yukarıya doğru bir nara atmışlığım olabilir.

Eşim ve ben yeni diziler keşfettik Netflix'te. Bizim yan yana oturmamızı kıskandığı için sürekli aramıza giren Daisy ile birlikte kanepeye dizilip dizi seyrediyoruz. Daisy hangimizi kıskanıyor da havlaya-sızlana sürekli aramıza giriyor bilmiyorum. Dişi olduğuna göre beni kıskanıyor olmalı... "Otur", "pati ver", "hopla", "bekle", "içeri gir", "sus", "yat", "dur" komutlarını şimdiden öğrendi. Türkçeyi tam öğrenince soracağım hangimizi kıskandığını...

***
13. Gün

13. günü yazmamın cuma gününe denk gelmesi ile "13. Cuma" oldu! Bu yazıyı bugün yazıp yazmamakta kararsızım doğrusu...

Amaan! Salgından, trafikten, kandırılmaktan korkmayan ben 13. Cuma'dan mı tırsacağım. Peh!

Yatıyoruz korona, kalkıyoruz virüs... Böyle olunca korona virüs'ün resmini, el örgüsüyle yumoş bir modelini yapan ve sosyal medyadan fotoğrafını paylaşan çok oldu. Yakındır tişörtlerde yer alması, eminim tekstilciler bu konuda kampanya çalışmasına başlamıştır bile. Daha bu korona virüs'ün oyuncakları, kutu oyunları, hatta çizgi dizileri, bilgisayar oyunları yapılacaktır. Senaristler artık korona virüs ya da salgın konulu filmleri sadece Hollywood'a bırakmaz, bizim yerli dizilere kadar sokarlar.

İzciler birbirine habire meydan okuyorlar sosyal medyadan ve yaptıkları üç boyutlu işlerin fotoğraflarını yayınlıyorlar. Ben de sıkılıyorum ya evde; ne yapabilirim diye düşündüm kendimce. Kızçemin odasını az biraz kurcalayınca bi'ton malzeme geçti elime.

Neler neler değil ki: Üç boyutlu proje yaparken kullanılan cinsten açılmamış birkaç paket beyaz seramik kili, hiç kullanılmamış kutu kutu, çeşit çeşit boya, numara numara fırçalar, renk renk elişi kâğıtları, keçeler, kumaş parçaları, boya kalemleri çıktı. Yapıştırıcılar, bantlar, zımbalar, kesici aletler, oyma uçları cabası! Kırtasiye-elişi dalında âdeta küçük bir hazine buldum.

Vay stokçu vay! Çaktırmadan sanatevi açılabilecek kadar malzemeyi depolamış odasına. Bulduğum hazine tabiatıyla ganimete dönüştü... Oğlumun bilgisayarından gelen kılıç-kalkan sesleri eşliğinde özenle yağmaladım kızımın çekmecelerini.

Oturdum küçük toplar yaptım seramik hamurundan. Üzerlerine kürdan filan geçirdim, oyun hamurundan daha minik toplarla süsledim... Oynuyor, korona virüs modelleri yapıyorum...

Eşim geldi yanıma, etraftaki dağınıklığı görmezden gelerek ve biraz da abartarak, "Aa! Ne kadar güzel olmuş bunlar" dedi sevinçle.

Dedim, "Can sıkıntısından oyalanıyorum!"

"Gel sen benimle, gel" dedi, "aynı böyle seni oyalayacak bir iş var!"

Takıldım peşine, indik mutfağa, malzeme mutfak tezgâhına çoktan dizilmiş bile. Sanırım küçük bir hileyle karşı karşıyayım. Fakat umursamadım, zira kandırılmaya pek müsaitim bu sıra...

Geniş bir kaba kıymayı, pirinci, rondo'da kıyılmış soğanı, kararında suyu koydu, üzerine bir de yumurta kırdı eşim, tuzunu-baharatını ekledi. Ben de bir güzel yoğurdum. Sonra un serpilmiş bir tepsi koydu yanıma, "Yap bakalım şu korona virüslerini!" dedi. Başladım köfte harcından küçük küçük toplar yapmaya. Bir tepsi dolunca eşim yanıma geldi, üstlerine yine biraz un serpip tepsiyi hafifçe ileri geri salladı. Yuvarlanan korona virüs topları iyice una bulandı. Tepsiyi öylece dondurucuya koydu. Yarı donan topları buzdolabı poşetine yerleştirdi. Dondurucuya koydu.

Bu zaman zarfında ben hâlâ korona virüs topları yapıyorum. Bir tepsi, iki tepsi, üç tepsi... Tam beş tepsi yaptım. Parmaklarım uyuştu, 3-4 saat su gibi aktı...

Canım eşim ya! Meğer beni pek düşünürmüş; akşam yemeğine benim de çok sevdiğim "ekşili köfte" yapacakmış. Köfte toplarını yapma işini de çaktırmadan bana kitlemiş. Diğer dört köfte poşetini de fırsat bu fırsat dondurucuya stoklamış oldu. Bizim evde stokçu yok sanıyordum oysa. Önüme gelen stokçu çıkıyor...

Patatesi, havucu da ben soydum, doğradım...

Neyse dostlar uzatmayayım:

Akşam yemeğinde, nefis "Ekşili Korona Virüs" yedik.

Çocuklar, "Babacım ellerine sağlık, çok güzel olmuş. Hiç üşenmedin mi bunları küçük küçük yapmaya?" dediler.

Hiç üşenmez olur muyum yahu! Benim yapacağım üç-beş renkli korona virüs modeliydi, oysa binlerce(!) minik top köfte yaparken buldum kendimi. Ben bizim küçük izcilere meydan okumaya niyetlenmiştim; Emine Beder'e, Gönül Candaş'a, Mehmet Özer'e, Arda Türkmen'e, Ece Zaim'e ve onlara saç-baş yolduran komşu teyzelere değil. Olay ne ara bu kadar evrildi, hiç anlamadım...

Tabii böyle demedim bizimkilere: "Yok yahu çok eğlendim, hem işimiz ne; evdeyiz işte! Yemek yapmayacağım da ne yapacağım?" dedim.

En çok eşim sevindi bu resmi beyanatıma(!) ve beni daha çok memnun edebilmek için, "Yarın da Fellah Köftesi yapalım o halde! Sarımsaklı yoğurtla, üzerine maydonozla harika olur!" dedi, ben de "Olur tabi yapalım" şeklinde cevapladım, bugünkü meşakkatli yemeğin üstesinden başarıyla gelmenin verdiği dayanılmaz gururla...

Yemekten kalkınca hemen google'dan baktım "Fellah Köftesi" neymiş diye.

Yahu yine kandırılmışım! Kanmaya gönüllüyüm vesselam...

***
14. Gün

Fellah Köftesi tabağım

Dile kolay! Tam 14 gündür evdeyiz ve korona virüs belirtileri çıkmadı kimsede. Yani ailecek temiziz. (Umarım!)

Dünden merak edenlere söyleyeyim. Fellah Köftesi temel olarak bulgur, irmik, salça ve baharattan oluşturulan macundan fındık büyüklüğünde küçük topların serçe parmakla az bastırılarak şekillendirilmesiyle yapılıyor. Etsiz köfte!

Başta gözüme az gelen malzemenin suyu çekince nasıl çoğaldığını anlatamam. Ben topları yaparken bile epey bir süre macun malzeme eksilmedi. Yap yap bitmedi; bünyem zor dayandı...

Sarımsaklı yoğurt yatağında domates sosu ve maydanoz yaprakları ile servis ettiğim Fellah Köftesi gayet lezzetliydi, fakat sonradan çok şişkinlik yapıyor. Siz siz olun, "Aman da bunu ben mi yaptım! Oh ellerime sağlık!" deyip iki tabak yemeyin. Yarım porsiyon yiyin, inanın yeter. Yoksa geceyi oflaya puflaya sabah ediyorsunuz.

Günde iki öğün yiyoruz artık. Zira üç öğün yemeye çok uyumaktan zaman kalmıyor.

Akşam yemeğini erken yedik ya! Yemekten sonra eşim elinde scrabble kutusu ile geldi...

Haydi bakalım! Geçtik ailecek masanın başına.

Kızçem hiç scrabble oynamamış; oğlum, eşim ve ben ise en son ne zaman oynadığımızı hatırlamıyorduk.

Önce sevgili kuralcı oğlumun, kutudan çıkan "Nasıl oynanır?" risalesini kelime kelime okumasını huşu içinde dinledik, idrak ettik.

Tabelayı eşim tutacak yine; yanına oturdum ki çocukları kayıramasın, tabela gözümün önünde olsun...

Efendim; oyun kuralları duası(!) bitti harfler torbadan çekildi. Az önce dua okur gibi kuralları okuyan doğrucu oğlum başladı söylenmeye; eli rezilmiş, kötüymüş vs.

Oyunu eşim açtı, sıra oğluma, oradan kızıma ve en son bana gelecek. Arkadaş âdeta yol çalışması var da otoyolda bekliyoruz. Hepi topu iki bilemedin üç taş koyacak, bekliyoruz oğlanı, "Haydi oynasana!" diyecek olsak, "Sessiz olun, düşünüyorum" diyor.

E alışmışım ben tavlayı, okeyi hızlıca oynamaya. Daral geldi. Oğlumla kızım o kadar yavaşlar ki anlatamam. Oyun onların çoktan seçmeli okul-eğitim ezberlerine ters geldi. Kare ya da çengel bulmaca çözmeyi, adam asmaca oynamayı daha ilkokulda hobi edinmiş bir nesille, bilgisayar oyunlarından başını kaldır(a)mayan nesil bir arada scrabble oynayınca nesiller arasındaki eğitim farkı hemen çıkıyor ortaya...

Hayır, bizim evde herkes kitap okumayı sever. Binlerce sözcük geçiyor o kitaplarda. Bilmediğinin anlamını sözlükten bakarsın, anlarsın.

Nihayet bir 10 dakika kadar sonra sıra bana geldi. Harfleri koydum, sözcükler oluşturdum.

Haydaaa! Aldılar ellerine iPhone'larını, açtılar TDK Sözlüğü. Kızım bir sözcüğe, oğlum diğerine bakıyor; öyle sözcükler Türkçede var mıymış diye... Varmış... Sus pus oldular.

O arada nasılsa sıra bana gelene kadar epey vaktim var diyerek ben kalktım televizyondan ana haberleri, Sağlık Bakanımızın açıklamalarını seyrettim, çayı demledim. Masaya geri döndüğümde daha sıra bana gelmemişti.

Sıra bana gelince yine koydum harfleri, yine sözlüğe bakıldı.

Oğlum, "Adamın kelime dağarcığı bile bir garip yahu!" diyerek bana olan hayranlığını hafif öfkeli bir şekilde dile getirdi.

Gittim çayları doldurdum, Sağlık Bakanı hâlâ konuşuyor, gazetecilerin sorularını cevaplıyordu.

Aynı zamanda scrabble oynadığımızı unutmuşum. "Sıra sendeee!" dediler. Gittim harf taşlarımı koydum.

Kızım, "Baba bunu nasıl yapıyorsun?" diye sordu. "Neyi nasıl yapıyorum?" dedim. "Gelip, bakıp şıp diye harflerini nasıl diziyorsun?"

"Bilmem, sen acemisin ya oyunda; ondandır" dedim. "Ne yani, benden gizli gizli annemle gece yarısı scrabble mı oynuyordunuz?" dedi...

Eşim de, ben de tüm klasikleri okumuş insanlarız. Kızçeme, "Dr.Jivago" desem, "Kim o? Yeni çıkan bir D.J. mi?" der.

Yeni nesle, "zanaat" ile "sanat" arasındaki farkı bile zor öğreten ben, "sanat" ile "San'at" arasındaki farkı anlatmayı hiç gözüme kestiremedim öğretmenliğim boyunca.

Yetenekli bir kız öğrencim müzik eşliğinde yaptığımız resim dersinde bana sormuştu, "Hangi şarkıcı sizin favorinizdir?" diye. Söylediğimde, "Öyle biri mi varmış?" demişti. "Evet hem de tüm dünyada ünlüdür" cevabıma, gayet doğal bir tavırla, "Ben tanımadığıma göre, o kadar da ünlü değilmiş demek ki!" diyerek karşılık vermişti. İlahi!

Pop müzik seven bu öğrenciye Beatles'tan başlamasını tavsiye etmiştim. İki hafta içinde Beatles'ın hayranı oldu çıktı. Beatles'ın tüm albüm kapaklarını, grup üyelerinin resimlerini bilgisayardan çıktı alıp, kesmiş, yapıştırmış, şarkı sözlerini Türkçeye tercüme etmiş, rengarenk, cıvıl cıvıl bir defter oluşturmuştu. John Lennon bu sevimli defteri görse mezarında duygulanır, oturur ağlardı. O zamanlar yaşayan bir Paul McCartney, bir de Ringo Starr vardı. Şimdi Ringo Starr da kalmadı.

O kız öğrencim, İstanbul (Erkek) Lisesini bitirdi, şimdi tıp fakültesinde okuyor. Bu sıralar orayı da bitirmiş de olabilir... Geçen zaman zarfında Pink Floyd'u, Carlos Santana'yı keşfettiğini umarım...

Yeni nesil dünyayı sınava hazırlık soru bankalarındaki soruları çözerek öğreneceklerini sanıyor... Ne diyeyim: Eğitim sistemimiz çok yaşasın!

Sonunda bizim scrabble bitti. Ben kazandım, kızçem de bir puan eksikle ikinci oldu, iyi mi! Bundan kendimce çıkardığım ders: Yeni nesli o kadar da küçümsememek gerekiyormuş.

Harry Potter veya Eragon serisini okuyanlar da bir şeyler biliyormuş...

Scrabble kutusu ortada yok! Anında kaldırılmış masadan...

Kim kaldırdı acaba? Beni sürekli olarak kandırmayı nasıl başardığını bilemediğim eşim mi; yoksa kurduğum her sözcüğü sözlüğe bakarak derinden sorgulayan oğlum mu?

Kızçemden şüphelenmiyorum, zira ikinci olduğuna hiç bu kadar sevinen biri olmamıştır hayatta...

***
15. Gün
Modern Rehinciler, History'de yayınlanan belgesel dizi

Artık gün mefhumu kalmadı. Haftanın hangi gününü yaşadığımı takvime bakmadan bilemiyorum. Her gün birbirine benzedi, sürekli bir dejavu halindeyim. Her yeni gün öncekilerin tekrarı olarak yaşanıyor. Demek ki hapis olmak da böyle bir şeymiş. Allah kurtarsın!

Hatırlıyorum da "Hayat Sokakta" diye bir slogan vardı. Bugün de "Hayat Eve Sığar" deniliyor. Ekonomiyi canlandırmak için ara ara sokağa davet ediliyorduk, şimdi sağlık sistemi çökmesin için eve kapandık. Bilimsel gerçeklik şu: er ya da geç herkes bu virüsü kapacak. Tüm dünyada yapılmak istenen ise, bunun yavaş yavaş olması, zamana yayılması ve yoğun talepten dolayı devletlerin halihazırda kurulu sağlık sistemlerinin çökmemesi.

Koskoca cumartesi günü, evden dışarı adım atmadım. Tüm gün ev kıyafetleri ile dizi-film izledim, sosyal medya takibi yaptım, o kanal senin bu kanal benim sürttüm durdum... İnanın sosyal medya da "bay" verdi. Her yerde herkesin tek konusu korona virüs. Sıkıldım ben bu virüsten! Sanat-müzik paylaşımları hiç beğeni almazken, korona virüs'le ilgili her paylaşım hemen beğeniliyor, elden ele yapılıyor..

Yahu hiç mi bir edebi-felsefi tartışma yapılmaz! Nerede bu edebiyatçılar, nerede bu felsefeciler? Her şeyi devletten mi bekleyeceğiz!?

Televizyon haberleri, programları da hep aynı, her kanalda kadrolu yorumculara eşlik eden bilim adamları... 1970'lerin TRT'sini özlettiler yani.

Hani bugün korona virüs'ün tepesi atsa ve dünyayı terk etse, insanlık âdeta derin bir boşluğa düşecek...

Eskiden televizyonlarda kaliteli eğlence programları vardı. Gelen şehit haberleri sebebiyle bunlar yapılmaz olmuştu. E şimdi bir de korona virüs sebepli ölümler var; artık hiç yapılmaz! Oysa şimdi haber kanallarının bile müzikli-eğlenceli programlara yer vermesi gerekiyor. Şu uzun karantina günlerinde "Ateşten Doğanlar"a, "Büyük Tasarımlar"a, "Modern Rehinciler"e, "Depo Savaşları"na mahkûm etmesinler insanları. Aynı bölümleri defalarca kez seyredip duruyoruz.

Bu arada söyleyeyim: "Baltacı Adamlar" ile "Bataklık İnsanları" favorim. Onlara daha az rast geliyorum, belki de ondandır. Ya da onlarda kendimden bir şeyler buluyorumdur; zira severim doğada yaşamayı... Şükür ki Sakarya'da doğdum, yaşıyorum! İzcilik camiasındaki "baltacılar ve bataklık severler" konusunda doğuştan tecrübeliyiz. Buradaki doğal ortam izcilik için biçilmiş kaftan, bize de giymek düştü zaar. Haybeye değil Sakarya İzciliği'nin geçmişten bugüne gelen ünü...

Ya İstanbul gibi bir megapol'de yaşıyor olsaydım! Allah korusun; o zaman festival ya da tören izciliği yaparak oyalanmayı "gerçek izcilik" sanırdım.

Aman aman! Bu konuya şimdi hiç girmeyelim. Zira izcilik konusu bu günlüğe sığmaz. O yazıların yayınlanacağı yer daha başka, zamanı gelince yayınlarız...

Geçen cumartesi ne yaptım hatırlamıyorum, ama bu cumartesi ne yaptığımı hiç bilmiyorum ki ileride hatırlayayım. Tamamen "off the record" (kayıt dışı) bir moddayım. İnanın, korona virüs kadar bile yaşayasım yok bu gün.

Hani birisi gelse de, beni bi'güzel ovalaya ovalaya sabunlasa. Tabi ya! Neden düşünemedim!?

Klasik müzik eşliğinde uzun süreli bir banyo kadar insan ruhunu yücelten, huzur veren başka bir şey olabilir mi? Acilen ses düzeneğini kurmalı, küvete girmeli ve yükselmeliyim.

Ve bu kez eşimin-kızımın banyo dolaplarına doldurduğu o mis kokulu banyo losyonlarını, tuzlarını, sabunlarını filan toptan kullanmaya niyetliyim. Yıllardır onları merak eder dururdum, kısmet bu güne imiş.

Banyodan da günlük yazmaya devam edeceğimi sanıyorsanız avucunuzu yalarsınız! +18 yazmıyorum farkındaysanız...

***
16. Gün
Çivi ve diğer çivi

Geldik yine pazar günlerinden gerçekten pazar olan bir güne.

Bu defa Amerika-Kanada sınırında yaptık kahvaltımızı: Akçaağaç şurubu eşliğinde kat kat dizilmiş "pan cake"ler. Ailecek seviyoruz biz gerçek pazar günlerini. Niagara Şelalesi az ötemizde dökülüyordu.

Sonra yine yattık yuvarlandık. Da benim 75 yaşında bir annem var. Sapanca'da kış aylarında son derece sessiz-sakin olan bir sitede yaşıyor. Şu anda yanında kız kardeşim ve kızı da var, yani yalnız değil; güvende... Yine de gidip bir bakmak gerek ne yapıyorlar, nasıl geçiriyorlar günlerini kız kıza?

Oğlum, kızım, ben kalktık, giyindik. Eşimi Daisy'e bekçi bıraktık.

Eldiven, maske, dezenfektan, kolonya ... tam teçhizatlıyız.

Çiseleyen yağmurda çıktık yola. Serdivan ev ile Sapanca ev arası 19 kilometre. Araç içi radyonun sesi sonuna kadar açıldı. Bu haftanın "Top 5" listesine giren şarkılar eşliğinde vardık Sapanca'ya.

Sakin-sessiz diye bildiğimiz sitede inanın araç park edecek yer yok. Yazlıkçı İstanbullu komşuların tamamı karantinaya burada girmiş. Her zamanki gibi, sabahtan akşama-akşamdan sabaha, vardiyalar halinde sitenin sosyal tesisinde şakır şakır okey türevi oyunlar oynayarak geçiriyorlar karantina günlerini. Vardiyalarında yemek molası verdiklerini bile sanmam.

Hâl böyle olunca, bizimkiler iyice eve hapsolmuş. Bahçeye dahi çıkamamışlar. Çıkmasınlar zaar, zira kimin nereden geldiği belli değil.

Zili çaldık, kapıyı tedirginlikle açan annemin yüzünde bir anda güller açtı. Ama hemşiremiz (kız kardeşim) arkadan koşturup anında annemin önüne geçti. Yüzümüze, ellerimize, ayakkabılarımıza kadar kolonya püskürttü. Neredeyse kolonya içinde yüzecektik. Kırk kere kırkladı bizi...

Annem iyi, sağlığı-sıhhati yerinde... Hemen yenice yaptığı mercimek köftesini ikram etti, yedirdi. Zaten annemin evine gidip de bir şey yemeden elinden kurtulan görülmemiştir.

Hemşire hanım işi son derece ciddiye almış, neredeyse saat başı ateş ölçecek durumda tetikte bekliyor. Sosyal medyada yayınlanan her türlü önlemi birebir uyguluyor. Ev ev değil, Belene kampı âdeta...

Kız kardeşim ile yeğenim de sağ-salimler şükür. Fakat şöyle bir sarılıp, koklaşamadık anamla... Dokundu bana, "Yahu iki haftadır görüşemedik" dedim.

"Hayır, olmaz!" dedi hemşire, "Anneme sarılmak için kaymakamlıktan izin kağıdı almalısınız. Hem test de yapılmamış size, ne bileyim korona mısınız, değil misiniz? Elinizde sağlık raporunuz olmadığına göre, uzak duracaksınız!"

Kati ve kesin emir, demiri keser. Mecbur hemşirenin sözüne uyduk.

Arkamızdan, anacığımı -Pamuk Prenses misali- bir cam fanusa yatıracağından, karantina boyunca orada saklayacağından bile şüphelenirim. Bir sonraki gelişimizde, Yedi Cüceler kılığında gelelim. Bakalım ne olacak; salacak mı bizi Pamuk Prenses'in yanına?

Geline selam, yola devam...

Elimizde eşime ve Daisy'e yollanan ikramlarla döndük Adapazarı'na. Araç içinde müzik son ses! Kulaklarımdan kan gelmek üzere... Allah'tan yol kısa! Fakat dayanamadım ben, yarı yolda bir mola verdim. Kendimi dışarı attım, 10-15 metre uzaklaştım araçtan ve Sapanca Gölüne doğru koştum, huzura erdim. Arkada araç, durduğu yerde zıp zıp zıplıyordu. İçindeki oğlumu ve kızımı ses hızında hareket ettiklerinden dolayı seçemiyordum. İnşallah Daisy kadar çabuk yorulurlar. Radyodaki ya "Top 5" değil de "Top 100" programıysa n'olcak? Çadır filan da almadım ki yanıma...

Neyse ki çabuk atıldı biriken enerji. Araçta yaşanan 8,5 şiddetindeki deprem bitti. Arkadan gelen artçılar önemli değil, onlara alışkınım... Önemli olan o 15 günlük enerjinin açığa çıkmasıydı. Ve çok şükür aracımız hasar görmeden atlattık bu doğal afeti...

Serdivan girişinde polis çevirdi, "nereden gelip, nereye gittiğimizi" sordu; elindeki aleti alınlarımıza tutup uzaktan ateşimizi ölçtü. Hepimiz 34 derece çıktık. "Ee bu derece az değil mi? 36,5 çıkmalıydı" dedim, "39-40 derece çıkmasından daha iyidir beyefendi" dedi ve eliyle gidebilirsiniz şeklinde bir işaret yaptı. Soğukkanlı bir aile olduğumuz tescillendi...

Eve dönerken, markete uğradık. "Çabuk olun! Ne istiyorsanız, hiçbir şeye dokunmadan alın!" dedim çocuklara. Zekidirler; "Peki dokunmadan sepete nasıl koyacağız?" sorusu gelmekte gecikmedi. "E siz de bi'şey almayıverin o zaman!" dedim hin hin...

Sanki ben böyle dememişim gibi; alkollü içecek kokusundan dahi irkilen kızım, elinde bir şişe "Corona bira" ile geldi. Almak istiyormuş, "Adı Corona ya, buna kimse dokunmamıştır!" diyerek bir espri de yaptı.

İçemeyeceğini bildiğimden kıyamadım; "Al bakalım, odana süs olarak koyarsın. Bir arkadaşım vardı, bira şişelerinden koleksiyon yapıyordu. Dünyada ne kadar bira markası varsa her şişeden bir tanesini ne yapıp edip bulmuştu. Güzel bir koleksiyondu. Belki sen de böyle bir koleksiyona başlarsın" dedim.

"Corona korona'yı söker! Şifa bu şifaaa!" dedi oğlum, bira reyonuna doğru hızlıca giderken. Anlaşılan birkaç şişe daha alacaktı. Oysa koleksiyona bir şişe Corona yetiyordu

E madem öyle; ben de misket limonu var mı diye bir bakayım sebze-meyve reyonuna...

***
17. Gün
Evde yapılan ekmekle sandviç

Pazartesi Sendromu diye bir şey vardı ya, yerini Pazar Sendromuna bıraktı. Her gün sendromluyuz zaar. Yaşadığım/yaşayacağım tüm pazarlar peş peşe eklenmiş gibi... Pazartesi günlerini özledim!

Sabah kahvaltıda, ev yapımı dumanı üzerinde peynirli poğaça, çay. Akşamüstü yemeğinde, ev yapımı spesiyal hamburger, yanında balzamik sirke ile karamelize edilmiş soğan kavurma, patates kızartması. Gecenin sürpriz ödülü, üzerinde kaymaklı dondurmayla servis edilen ılık karamelli-tarçınlı elmalı pay. Aralarda bol bol çay-kahve, gazlı-gazsız bilumum içecek, telefon-bilgisayar, televizyon...

Sokak yok!

Karantina günlerinde sokak yemeklerini özlüyor çocuklar. Eşimle ben de sokağı özletmemeye, onları evde tutmaya ekstra çaba sarf ediyoruz. Bugünkü beslenme şeklinden çocuklar çok mutlu oldu mesela. "Oh be" dedi oğlum, "Nihayet doydum! Kaç gündür garip garip şeyler yiyorduk."

Garip dediği; tencere yemekleri, salata türevleri... Pastırmalı kurufasulye, pilav, yoğurt, turşu menüsünü beğendiremiyoruz. Hatta elle yenilmeyen hiçbir şeyi beğendiremiyoruz.

Kızım da aynı: Sandviçler, ekmek arasına ne konulursa, dürüm şeklinde ne olursa, pizza-makarna, pide-lahmacun, cips, mısır gevreği, süt, ice-tea, pasta-çikolata türü tatlılar... Sadece bunlar olsun evde, inanın -yıl geçse- başka bir şey aramaz.

Eşime hep diyorum da anlatamıyorum: Bizim eve meyve, sebze, hububat vs. hep haybeden alıyoruz. Ne zaman pazara çıksak; marul, maydanoz, brokoli, kereviz bile alıyor yahu... Olmaz ki (!)

Yukarıda yazdıklarımdan da anlayacağınız gibi bugün "home-street" yaptık. Pek "fast" yapılmamış olsa da "fast food" türü yemeklerle günü, sinema günü modunda geçirdik. Kaç film izledik sayısını şu an tam çıkaramıyorum.

Başka da yazacak bir şey yok günlüğe. Yaşanılan bir şey olsa dükkân sizin...

***
18. Gün

Yeni aile filmimiz

Ben de gün mefhumu kalmamıştı, meğer bizim ahalide saat mefhumu dahi kalmamış.

Gecenin bi'ortasında susuzluğun verdiği dayanılmaz kavrulmuşlukla uyandım. Baş ucumda su kalmamış, alt kata mutfağa inmeliydim.

Yatak odasının kapısını araladım ki gözüme alaca gün ışığı vurdu. Gözüm ışığa alışınca bir de ne göreyim!? Her yerde ölüler, yaralılar, inleyenler, can çekişenler... Atılan savaş naraları, at kişnemeleri, yüksek sesle edilen dualar, uzaktan gelen top sesleri...

Nasıl oldu bilmem; tarihi bir meydan savaşının tam ortasındaydım. Bir tarafta acımasızca hücum eden süvariler, diğer tarafta onlara aynı acımasızlıkla karşılık veren piyadeler. Süvarisiyle birlikte devrilen atlar, can havliyle süvarisiz olarak ayaklanıyor ve dört nala kaçıyorlar savaş meydanından.

Barut kokusu kan kokusuna, kılıç-kalkan sesleri okların, şarapnel parçalarının vızıltısına karışıyordu. Büyük korku ve endişe ile panikledim. Toz duman içindeydi her yanım...

"Hayırdır baba, niye kalktın?" dedi bilgisayar başındaki oğlum.

"Susadım. Saat kaç?"

"Üç buçuk."

"N'apıyorsun hâlâ, uyusana!"

"Şu savaş bitsin, yatacağım."

Gecenin üç buçuğunda, savaş meydanının ortasına düşüp "üç buçuk" attım iyi mi!

Merdivenlerden alt kata indim. Mutfak ışıl ışıl, koridora, merdivenlere kadar karşılıklı konuşma sesleri taşıyor.

"Herhalde lambaları söndürmeyi, televizyonu kapatmayı unuttu birisi" diye düşündüm.

Yine de, az önce savaştan çıkmanın verdiği tedirginlikle kapıdan içeri şöyle bir göz attım.

Aa! O da ne! Bir televizyon kanalının yemek programının çekimi yapılıyordu. Stüdyodan içeri girdim.

Sessiz olmamı işaret etti bir görevli, "Canlı yayındayız" dedi fısıldayarak, "Geçin oturun şöyle".

"Şey; ben sadece su içecektim" dedim fısıldayarak.

"Reklam arasında içersiniz, şimdi sessiz olun ve bekleyin!"

Sunucu telefon bağlantısı kurulan konuklarla konuşurken bir taraftan da büyükçe bir kapta bir şeyleri birbirine karıştırıyor, yoğuruyor, küçük parçalara şekil verip önündeki tepsiye diziyordu. Canlı yayında kurabiye yapıyormuş...

Bana doğru seslendi Sunucu hanım ve kendisine yardım etmemi istedi. Bir anda, tamamen hazırlıksızken canlı yayına alınmak! Hem de üzerimde pijamayla... Olacak iş değil!

Hayatta hiç kurabiye pişirmedim ki! Ne diyeceğim, ne yapacağım şimdi? Aniden sırtıma-enseme ter bastı, heyecanlandım...

"Keşke bir izci fuları taksaydım. N'apar eder konuyu izciliğe getirir, hiç olmazsa durumu idare ederdim" diye geçirdim içimden. Tabii pijama üstüne izci fuları da olmazdı... Fakat izci giysisi giyecek kadar vakit bırakmadı ki rejidekiler.

"Bak bakalım fırın ısınmış mı?" dedi Sunucu bana.

Telefondaki seslerden biri, "Basıldıysan biz kaçalım!" dedi gülerek. Kahkahalar birbirine karıştı.

"Yok yok! Babam su almaya gelmiş, gider şimdi. Hem başladık bir kere, bu kurabiyeler pi-şe-cek!"

Fırına baktım, ısınmıştı... Canlı yayın alanına girmemeye çalışarak suyumu aldım usulca.

"Ne o? Bütün lambaları yakmışsın."

"Yüzüme gölge düşüyor, arkadaşlarım net göremiyor, o nedenle yaktım."

"Saat kaç? Haberiniz var mı?"

"Saat tam olarak 03:33 Orhan amca!" dedi, telefon bağlantısındaki konuklardan biri.

Duymazdan gelip, "Balkonun ışığı da yanıyor" dedim.

"Açık unutmuşum özür dilerim" dedi kızım.

"Bu saatte ne kurabiyesi bu?"

"Damla çikolatalı kurabiye. Arkadaşlarım için canlı yayında hem tarif ediyor, hem yapıyorum. Uzaktan eğitim!"

"Yahu yatın uyuyun, başka işiniz mi yok!" dedim suyumu içerken.

Çıktım yukarı, yatak odası karanlık; el yordamıyla ilerliyordum.

Önce bir hırlama, ardından da bir aslan kükremesi geldi kulağıma. Öne atılan bir yabani hayvanın pençesi battı bacaklarıma. Acıdan ve korkudan oracıkta kaskatı kesildim.

Vahşi bir jungle'daydım âdeta! Karanlığın derinliklerinde parlayan yabani hayvan gözlerini görebiliyordum sadece.

Daisy pijamamın paçasına dişlerini geçirmiş hırlıyordu.

"Benim ben, tanımadın mı beni?" dedim paçamı keskin dişlerden kurtarmaya çalışırken.

Kendimi yatağa zor attım. Eşim, uyku sersemliğiyle, "Ne oluyor, ne bu gürültü? Azıcık sessiz olsana!" dedi.

Yorganı boğazıma kadar çektim, "Yok bir şey; sen uyumana bak! Her şey normal!" dedim.

"Normal olmayan sensin! Gece gece ne diye geziyorsun?" dedi bana sırtını dönerken.

Yaşadığım onca maceradan sonra uyanmıştım iyice, daha gel de uyu... Sabahı sabah ettim yine. Ayağımı bile çıkarmadım yorgandan; ne olur, ne olmaz!

Ben şimdi bu evin ahalisini sabahın ilk ışıklarıyla erkenden kaldırmaz mıyım!

Bunlara, "Ver mehteri! Ver mehteri!" yapmak lazım da, elim varmaz!

"Harp Okulu Marşı" ile kaldırırım. Bana öylesi yakışır!

"Neee zorluklarla kurduuuk, biz bu Cumhuriyetiii!"

***
19. Gün
Kızçemin Daisy ile birlikte bale yapma anı

Çarşamba çarşafa dolaştı.

Dışarıdaki işleri dün hallettiğim için bugün dışarı çıkmaya gerek yoktu.

Geceyi "Indiana Jones" modunda maceradan maceraya koşarak geçirince kahvaltıyı da saat 15:30'da yaptık desem...

Sonrasında gelsin telefon, bilgisayar, televizyon üçlüsü...

Eşim artık ekmek işine de el attı. Harika ev ekmekleri, köy ekmeklerini aratmayacak kadar lezzetli oldu. Daha dumanı üzerindeyken ve kahvaltı masasına dahi oturmadan birini resmen ayaküstü imha ettik.

Kızçemin gece yarısı operasyonu ile yaptığı damla çikolatalı kurabiyeleri, önceki günden kalan peynirli poğaçaları da gün içinde güvenle tükettik.

Akşama da ben girdim mutfağa. Apartman komşularımız arasında da meşhur olan, ABD'de evlerine bir yıl misafir olduğum İtalyan asıllı aileden öğrendiğim tarifle şu eşsiz pizzamı yaptım. Ve saat 21.00'de sinemalardan hemen sonra Digiturk'te yayınlanmaya başlayan "Tavşan Jojo" isimli film ile pizza dilimleri de sayın ahalimiz tarafından özenle bitirildi.

Son dilim pizzayı yemekse savaş gazisi oğluma nasip oldu. En güzel dilim de oydu yani... Herkesin gözü o son dilimdeydi de, oğlumun barbar/savaşçı tavrı karşısında hiçbirimiz kahramanlığa soyunacak cesareti kendimizde bulamadık.

Anlayacağınız mutfak fırınımız gün boyu çalıştı. Sanırsınız ki belediyenin Halk Ekmek fırını. Bol bol karbonhidrat-şeker alındı. Kim bilir kaç dizi, kaç film izlendi... Sadece bizim değil, komşu ahalilerde de göbekler gözle görünür olmaya başladı.

Haliyle yenileni-içileni eritmek lazımdı. Filmden sonra kız kardeşimin yolladığı videodan esinlenerek ailecek bale yapasımız geldi. Mini resitalde sergilenen figürlere gülmekten kırıldık.

Daisy yavrum! Nasıl bir aileye denk geldin sen!

Önce ne yapacağını bilemedi garibim, fakat kısa sürede içine düştüğü kültür şokundan kurtuldu ve o da intibak etti baleye. Akıllı kerata, kültür-sanat faaliyetleri doğasında var! Yarın opera yapacağız; hem orada havlamak-ulumak da serbest...

Tabii bu arada, bu ay gelecek olan elektrik faturasını da merak etmiyor değilim hani...

Halkımıza "Evde Kal Türkiye" deniliyorsa, bunu diyenler maddi sorumlulukları da üstlenmeli. Pek çok ülkenin ilan ettiği gibi kişi başına parasal yardım yapıl(a)masa bile, Devletimiz öncelikle halkımızın elektrik, su, doğalgaz faturalarını ödemeli ya da alınmamasını sağlamalı.

En azından bizim evin elektrik faturasını ödeseler o da olur...

Yollayayım mı iban'ı?

***
20. Gün
Aile Hekimi'mizin temsili fotoğrafı

Sabah sabah sitede bir hareketlilik vardı. Gelen seslerden anladım. Balkona çıkıp baktım ne oluyor diye. Aşağıda, yan bloğun kapısında ambulans ve polis araçları vardı. Balkondan görebildiğim herkes maskeli, eldivenli, özel giyimli idi. "Eyvah!" dedim, "Korona virüs bizim sitenin yolunu bulmuş."

Hemen site görevlimizi telefonla aradım, sordum, öğrendim: 76 yaşındaki yan blok komşumuz vefat etmiş.

"Kalp krizi" demiş eve gelen doktor, fakat yine de salgın dolayısıyla genel bir önlem alınmış. Ailecek rahatladık.

2-3 ay önce olsa vefatına çok üzüleceğim komşumuzun, bugün kalp krizinden ölmesine neredeyse sevineceğimiz (!) kimin aklına gelirdi. İnsan garip bir yaratık vesselam... Yaşam da bi'ton gariplikle dolu! Nazik, kibar, gayet sportmen bir insandı; seveni, çevresi çoktu, tanınmış bir turizmciydi. Bırakın ailesine taziyeye gitmeyi, cenaze namazını dahi kılamadık! Allah rahmet eylesin...

Eşimin hazırladığı, geleneksel Amerikan kahvaltısı diyebileceğim "scrambled eggs" ile geleneksel serpme Türk kahvaltısından oluşan başarılı kombinasyonuyla kahvaltımızı yaptık.

Aile Hekimliğine gitmek gerekiyordu. Kızımın ve benim düzenli kullandığımız ilaçlarımız bitmişti. Benimkiler biteli epey olmuştu da, kızımınki bitince olmazdı.

Aile Hekimimiz liseden sınıf arkadaşım olur. Telefon açtım, "Yerindeysen geliyoruz" dedim, "Maskesiz, eldivensiz gelmeyin!" dedi.

Maskeler-eldivenler takıldı. Aile Hekimliği binası evimize 3 dakikalık yürüme mesafesindedir, haliyle yürüdük kızçemle. Bir biz maske-eldiven takmışız, bir de çevredeki eczane-market çalışanları. Geri kalan esnaf kahvaltıda yürek yemiş olmalı. Sağlık Bakanı'nın il il vaka sayıları vermesinin üzerinden daha 24 saat geçmemişti oysa. Cadde ve sokakta gördüğümüz Sakaryalı korkusuz (!) hemşehrilerimiz, Sakarya'nın Türkiye genelinde 7. sırada olmasını içlerine sindirememiş olmalı ki, daha üst sıralara çıkabilmek için âdeta ekstra bir çaba içerisindeydiler. Bu azim ve çabayla Sakarya'yı kısa sürede 1. sıraya taşıyacaklarından eminim/korkarım.

Ben yaşadığım sürece asla bu denli cesur (!) olamam sanırım, böylesi bir ucuz kahramanlığa hiçbir surette soyunamam. Öyle uzaylı görmüş gibi baksalar da, maske ve eldiveni karantina süresince her daim takarım kardeşim. Haa buna rağmen, Covid-19 illeti gelir beni bulursa, en çok da buna yanarım. "Şöyle bir açamadım göğsümü-bağrımı, doya doya bir dayılanamadım, meydan okuyamadım" diye...

Aile Hekimliği binasından içeri girdik. Normal zamanda hınca hınç dolu olan alt kat bekleme salonu bomboştu. Her gelişte kimlik numaramı verip sıra aldığım memur bile yerinde yoktu. Sordum gördüğüm ilk sağlıkçıya, "Direkt çıkabilirsiniz doktorun yanına" dedi. Çıktık üst kata, üst kat bekleme salonu da bomboştu.

Dedim ya; Doktor liseden sınıf arkadaşım, oğullarının öğretmeni ve izci lideri olduğum zamanlar velimiz de oldu, her kamp öncesinde yine doktor olan eşiyle birlikte gelip izcilerimizi tek tek muayene eden izcilik gönüllümüzdür de, kısacası kadim dostumdur.

Ardına kadar açık olan oda kapısını tıkladım, selam verdim, tam hasbıhale başlayacağım, "Kızımız dışarıda kalsın, sen gel yeter Orhan'cım!" dedi. İçeri doğru iki adım attım, "Orada dur! Sosyal mesafeyi koruyalım!" dedi. Sosyal mesafeyi koruduk. Da bu maskenin arkasındaki benim liseden arkadaşım mı, yoksa başka biri mi; onu tam çıkaramadım. Her zaman gösterdiği güler yüzden şimdi eser yoktu. Doktor arkadaşım, üzerindeki özel koruyucu giysi, nano teknoloji ürünü maskesi ile âdeta yabancı galaksilerden gelmiş bir uzaylı gibi göründü gözüme...

Daha az önce sokakta, maske-eldiven takıyoruz diye bize uzaylıymışız gibi bakan cesur yürekler gelsin de bizim boylu-poslu Doktor'umuzu bir görsünler hele... Peh!

Doktor, reçete kodunu içeren küçük kâğıdı, uzaktan bana doğru kolunu uzatarak ve elime temas etmemek için ucundan tutarak verdi. Aynı şekilde aldım.

Ayaküstü kısaca sohbet ettik. Birbirimize son zamanlarda izlediğimiz film ve dizilerden bahsedip, karşılıklı birkaç film-dizi tavsiyesinde bulunduktan sonra ayrıldık Uzay Hekimliğinden.

Kızçemi önden önden eve yollamaya niyetlendim, ki ben daha markete ve eczaneye gideceğim, alışveriş işim var. Hem vardır Doktor'un da bir bildiği, niye odasına dahi sokmadı kızımı? Taşıyıcı bu gençler taşıyıcı!

Kızçeme kıyamam. Ekstra riske girmeye gerek yok. Marketten-eczaneden eve bir şey taşımasına hiç gerek yok, direkt gitsin eve! Taşıyıcı olacağına, yiyici-içici olsun daha iyi. Taşınacak ne varsa, ben taşırım nasılsa!

Aşk olsun; yıllardır taşımıyor muyum zaar!? Gitmedi, marketin çıkış kapısında bekledi...

Hatırlarsanız marketteki Kasiyer Kız, ilk maskeli-eldivenli gidişimde beni tanımazdan gelmişti. Şimdi ben de onu tanıyamadım. Maske-eldiven takılmış, yetmemiş bir de şeffaf siperlik var başında! Bir dahaki gelişimde ben de paintball oynarken taktığımız başlıklardan takacağım maskenin üzerine. Altta kalamam doğrusu; o şeffaf siperliğine sıkarım boya toplarını burnunun ucunu bile zor görür...

Marketten eczaneye geçtik. Kızçem yine kapı önünde kaldı.

Eczanede yeni bir düzen alınmış, öyle önceki gibi kafanıza göre girip çıkamıyorsunuz mekâna. Müşteriler arasına seperasyonlar konulmuş, kulvarlar oluşturulmuştu. Başlama düdüğü ya da tabanca sesi duymadım ama âdeta bir yarışta gibiydik. Acele acele reçete kodunu içeren kağıtçık alındı, ilaçlar hızla verildi. Maskeli Kahraman havasındaki Eczane Kalfası benden, bense ondan uzak durmak için ekstra çaba sarf ettik. Para alışverişi de son sürat yapıldı. "Git artık be adam!" dedirtmeden attım kendimi eczaneden dışarı. Yarışı hangimiz kazandı bilmem.

Muzaffer bir kumandan edasıyla evin yolunu tuttuk, sitemizin bahçesine girdik. Cenaze aracı gelmiş, meftayı almış götürüyordu. Sürücüsü maskeli, özel koruma giysiliydi. İçimden bir dua okudum. Ellerimi yüzüme sür(e)medim tabii.

Evin kapısında maske ve eldivenler üzerilerine kolonya püskürtülerek oracıktaki çıkarıldı ve çöpe atıldı, eller-yüzler iyice dezenfekte edildi. Güvenlik önlemlerinde bir üst seviyeye geçilmiş de benim haberim yokmuş... Üst giysilerimi çıkarmadan, canım eşim tarafından giysilerime sıkılıyormuş gibi yapılıp yüzüme gözüme bol bol kolonya püskürtüldü. Ayakkabılarımız kapı dışında alıkonuldu, içeri alınmadan önce tabanları sabunlu suyla silinecekmiş.

Ben gözüme kaçan kolonyadan fena halde muzdarip, limon kokuları içindeki antreden geçip kör-topal mutfağı bulmaya çalışıyordum. Neyse ki evi iyi biliyorum, kolay buldum.

Dışarıdan alınan ne varsa, bir telaşla -ilaç kutuları dahil- tek tek sabunlu suyla silindi, yıkandı. Bir sınır dışı operasyon daha başarıyla tamamlanmıştı...

Doktor'un tavsiye ettiği dizileri ve filmleri de aksatmadan düzenli olarak seyrettik mi, hiçbir sağlık-sıhhat sorunumuz olmayacaktır inşallah...

Ah bir de şu uzaktan kumandayı bulabilsem. Kasiyer Kız'ın ahı mı tuttu ne!? Hâlâ göremiyorum!

***
21. Gün
Kırmızı yanaklı su kaplumbağamız: Pako 

Kocaman nar gibi kızarmış sosislerle Alman usulü "brunch" yaptık bu sabah. Bakmayın sabah dememe, öğle vaktiydi. Çırakların işbaşı yapma zamanı... "Alman usulü" dedik ya! Herkes kendi yediğini kendi ödeyecek/pişirecek sandım. Her zamanki gibi su yaptı ahali, sosisleri ben kızarttım...

Öğlene varmadan getirilmiş ve sitemizin yanındaki camide, avluya seyrek sepelek dağılmış ailesinden 5-6 kişiyle kılınmış "kalp krizi"nden vefat eden komşumuzun cenaze namazı. Sivillerin mezarlığa gitmesine/girmesine izin verilmiyormuş. Yakınlarına, "Oradaki görevliler gömecek, siz gelemezsiniz" denilerek hemen götürmüşler. Cenaze ne zaman geldi, ne zaman gitti; salası ne zaman verildi hiç haberimiz olmadı. Üzüldük...

Sitenin ortasındaki ağaçlığı mesken tutan, bizim balkonları sık sık talan eden kargaların eskiden kalma bir yuvayı onarmalarını, yenilemelerini seyrettim. Karga yuvasını görmek köylerde dahi zordur. Fakat bu kargalar seviyor bizim balkonları yağmalamayı, yakın olmayı tercih ediyorlar bize. Biri geliyor, biri gidiyor; nasıl bir çabadır bu!? Yuva kurmak kolay mı bu devirde! Bu sene balkona -küflenmeden kurusun diye- serdiğimiz taze ceviz miktarını birkaç kilo çoğaltmamız gerekecek. Görünen o ki yeni komşularımız var.

Daisy'nin iç-dış parazit aşısının zamanı geldi, tırnaklarının kesilmesi, tıraş olması da lazım. Gözlerinin önüne düşen tüylerden burnunun ucunu zor görüyor çocuk. Aradım veterineri, "Yarın şu saatte gelin" dedi. Gidebiliriz inşallah!

Film, dizi, haberler, "Büyük Tasarımlar-Avustralya", (mimari belgesel), "Güney Afrikalı Rehinciler" (emanetçilerin keşifleri) ... derken akşamı ettik yine. Avustralya ve Güney Afrika'da da pandemiden dolayı karantina olduğunu bildiğim için, içim rahat seyrettim çayırları, savanları...

20 yaş altının sokağa çıkma yasağını öğrendik televizyondan. Fakat yasak kapsamına giren kızım bu haberi hiç umursamadı bile... "Zaten hep evde değil miyiz? Ne fark eder!" dedi. İyi ki dün çıkmışız kızçemle; artık bir müddet o mini geziyle idare edecek mecburen.

İşin tuhaf tarafı, evde kalmaya o kadar alıştık ki, kimsenin dışarı çıkası gelmiyor. "Haydi çıkın sokağa, salgın bitti!" denilse de öyle kolay kolay çıkmaz bizden kimse. Eşim, "artık dış kapının eşiğinden dahi atlayamayacağını" düşünüyor olmalı ki, hiç yeltenmiyor. Kadıncağız tam 20 gündür aralıksız evde yahu. Sokağa çıkmaya yaşı da tutuyor oysa... Neyse ki biz sağı-solu sürekli olarak dağıtıp ona yapacak yeni iş üretiyoruz. Kolay gelsin...

Canım eşim nasıl da parçalıyor kendisini; yuvayı dişi kuş yapıyor valla... Dip soslar hazırlıyor, cipsler getiriyor gün içinde yenilsin için. Çocukların sevdiği yemekleri yapmaya gayret gösteriyor. Yine de "armudun sapı, üzümün çöpü var" modu hâkim ortama. Hafif hafif zorlanmaya başladılar/başladık açıkçası...

Bir tek Daisy (köpek) ve Pako (su kaplumbağası) memnun yenilen içilenden. Mamaları belli, içtikleri belli... Sahi, Pako ne içiyor, onu bilmiyoruz. Hoş; dile gelip konuşsalar belki onlar da memnuniyetsizdir. Akvaryum suyunun tadı pek de güzel olmasa gerek.

Bugünlük bu kadar Sevgili Günlükçüler.

Bugün de gülmeyiverin yazdıklarıma. Sizi güldürmeye üşeniyorum zaar...

Alman usulü yapalım! Herkes kendi esprisini kendi yapsın...

***
22. Gün

Fotoğrafa girmekten kaçınan Kargaların yuva tadilatında son durum

Ezik geçen bir cuma'dan daha ezik ne olabilir? Tabii ki cumartesi!

Sabah gelen telefonla Mersin Silifke'de yazlık bir beldede yaşayan 88 yaşındaki kayınpederimin hastaneye kaldırıldığını, yoğun bakıma alındığını öğrendik. Yok korona'dan değil, kalp ritmi bozukluğuna eşlik eden nefes darlığından...

Eşim telaşlandı, dakika başı hastaneyi aradı, bilgi almaya çalıştı. Telefon açılmadıkça hırslandı, bilgi alamadıkça endişelendi, üzüldü. Kayınvalidemle saat başı görüştük. Bizim de bu durumda fiziken yapabileceğimiz başka bir şey yok. Sağlıkçılarımıza güveniyor, dua ediyoruz...

Kitap okuyayım diyorum daha ilk beş sayfada uyku gözümden akmaya başlıyor, film izliyorum daha jenerikte gözlerim kapanıyor. Birkaç belgesel nitelikli dizi program ve haberler haricinde beni uyanık tutabilecek bir şey yok. Çay-kahve, aksiyon filmi vs. "bana mısın" demiyor. Çünkü günlerdir "gel korona, git virüs" okumaktan-dinlemekten beynim iyice uyuşmuş, artık başka bir şey kabul etmiyor.

Yahu ben sağlık uzmanı değilim ki! Doktorun verdiği ve "Düzenli olarak kullanacaksın" diye tembihlediği ilacı bile almayı sık sık unutur, aksatırım. Yetkililer, "Evde kal!" dediler, kalıyorum; hepsi bu kadar. Maske takmaktan, eldiven giymekten başka pandemi ile ilgili bir şey bilmem. Sağlık Bakanı ne derse ona inanırım.

Oysa benim normalde kültür, sanat, doğa faaliyetlerinin içinde olmam lazım; galeri-müze gezmem, davul-trampet çalmam, dağlara-yaylalara çıkmam, çarşı-pazar gezip gözlem-analiz yapmam, izcilerle kampa-yürüyüşe gitmem lazım. Ev hapsi yerine çadır hapsini her daim tercih ederim.

Peki biz n'apıyoruz? Homini gırtlak, cuppa yatak!

Şöyle oğlumla erkek erkeğe, Sakarya nehri kenarında günübirlik küçücük bir kamp bile atamıyoruz rahat rahat. Bir su başına çöküp iki bardak isli çay içeceğiz derken, fıldır fıldır dönen gözlerle habire çevreyi tarıyoruz. "Şu ağacın arkasına köy muhtarı saklanmış olabilir mi?", "Jandarma gelirse ne taraftan gelir?", "Ateşin dumanı uzaktan görünür mü?" İşin tadı-tuzu kalmadı zaar... Toplanıp döndük geceye kalmadan.

Klasik mutfak menüsü döndü-dolaştı, bitti. Artık senede bir bile pişirmediğimiz değişik yemekler yapar olduk. Geçen gün yaptığımız "patates püresi yatağında, garnitürlü, beşamel soslu fırın tavuk" için baktım eşim konserve garnitür açmış; "Ne gerek vardı; ben doğrardım patatesi, havucu minik minik, yapardım garnitürün âlâsını" dedim. "Vakit yoktu!" demez mi!? Öldüm gülmekten. Ayol, başka ne zaman bu kadar bol boş vaktimiz oldu!

Karga yuvası gözlemlemekten başka gün içinde beni oyalayan bir şey yok zahir. Ona da eşim muhalefet etti, "Gir içeri, ne öyle iki gündür elinde dürbün balkonda dikiliyorsun, karşı bloktaki komşular yanlış anlayacak, şikâyet edecekler" dedi. Canım eşim olmasa hâlim nice olurdu! Artık içeriden, perde arkasından bakıyorum kargalara, karşı bloklardaki komşulara... Aksiyon sıfır birader! Sitenin, mahallenin en deli-dolu ailesi bizmişiz meğer...

Müzisyen dostlar ev konserleri veriyor, sosyal medyadan canlı yayınlıyorlar sağ olsunlar. Ama neden hep aynı akşam saatlerine denk getiriyorlar bilinmez. Gündüz konser verilmez diye bir kural mı var? İlle de suare olmak zorunda değil, matine de olsun.

Liseden, üniversiteden, sosyal çevreden arkadaşlarım üye olduğum whatsapp gruplarında o kadar çok mesaj paylaşımı yapıyorlar ki telefon hafızam doldu. 1,5 saatimi mesajları temizlemeye ayırdım, sil sil bitmedi. Hani aynı korona virüs videosunu 5 ayrı grupta birden görmek pek eğlenceli değil. Her grup âdeta tıbbi uzmanlar grubuna dönüştü. Doçentler, profesörler havada uçuşuyor. Konuş, paylaş sonu yok! Hayır; mühendisler, grafiker-ressamlar, öğretmenler, izciler olarak tıp bilimi hakkında biz ne bilir, ne kadar konuşabiliriz? Ki Covid-19 pandemisi karşısında işin uzmanları dahi ne yapılacağını tam bilemezken.

"Ay ay ay! Sağ tarafım tutulmuş, biraz da soluma yatayım!"

Haydi siz de gidin yatın gayri... Uykunuz gelmiştir...

***
23. Gün
Canım eşimin hallerinin üzerimdeki etkisi

Karantinada her gün pazar bize!

Türk işi serpme karantina kahvaltısından sonra araziye yayıldık. Herkes kendi halindeydi. Hava yağmurlu ve soğuk olunca evde kalmak daha kolay. Balkona çıkan titreyerek içeri giriyordu.

Günün ilerleyen saatlerinde eşim, "Fazlaca yeşillik var, tüketmek gerek yoksa bozulacak. Bu akşam patates salatası yapalım" dedi ve kızçeme sordu: "Patates salatasının yanına ne yakışır?"

Hiç düşünmeden, "Balık!" dedi kızım.

Bizim evde deniz ürünlerini herkes sever. Eşim sadece balık, midye, kalamar yer. Ahalinin geri kalanı ise, "Denizden babam çıksa yerim" modundadır.

"Tamam" dedi eşim, "balık yapalım, kaç gündür yemiyoruz hem, özledik."

De balık almaya gitmek gerek! "Katlı Pazaryeri" dediğimiz Sakarya'nın en büyük daimi pazaryerinin bir kısmı Balık Pazarı'dır. Şimdi bu kasvetli günde sıcacık evden çıkıp pazara kim gidecek?

Sorunun cevabı kolay: Bugüne kadar eve balığı kim aldıysa o gidecek. Yani ben!

İkindiden sonra giyindim, maske-eldiven kuşandım, pazara gideceğim. Baktım eşim de hazırlanıyor. "Hayırdır?" dedim, "Ben de geleceğim tam 22 gündür evdeyim, daraldım" dedi maske-eldiven kuşanırken.

Eşim karantina acemisi. Karantina başladığından beri içimizde sokağa çıkmayan tek kişi o. Dışarıda ne var ne yok merak ediyor.

Çıktık bloktan, sitenin otoparkındaki aracımıza doğru gideceğiz. Baktım eşim parmak ucunda yürüyor. Sanırsınız her yerde korona virüsler var da, onların üzerine basmaya kıyamıyor.

Asansörün düğmesine ben bastım ya araca girer girmez ellerime kolonya püskürttü. Direksiyonu, şoför mahallini bir güzel dezenfekte etti, sildi, parlattı; kapı iç kollarına, vites topuzuna kadar... Elinde bir vileda paspas eksik. Hani bi' bıraksam, arabayı akşamdan çamaşır suyuna basacak.

"Eee" dedim, "artık gidebilir miyiz?"

"Hayır gidemeyiz!" dedi ve arka koltuğa geçti oturdu.

O arka koltuklarda temizliğe devam ederken siteden çıktık.

Yolu uzattım ki, kadın biraz çevreyi görsün, gözü gönlü açılsın. Ama nerdeee! Nerede bir maskesiz görse başlıyor söylenmeye...

Yok "Maskesiz dışarı çıkılır mıymış?", yok "Bu sorumsuzları neden toplamıyorlarmış?", yok "Ne işleri varmış pazar günü sokakta?", yok "Neden yan yana yürüyorlarmış", yok "Niçin sosyal mesafeyi korumuyorlarmış?", yok "Aa kuyumcuların hepsi açıkmış!" vs. vs.

İyi ki Sakarya Valisi değil he, yoksa Muğla'nın sokaktaki vatandaşları azarlayan valisinden bin beter olurmuş.

Kendimi Adolf Hitler'in şoförü gibi hissettim desem...

Daha gezdirirdim de, baktım kadıncağızın psikolojisi müsait değil, kırdım direksiyonu Katlı Pazaryeri'ne.

Balık Pazarı'nın karşısındaki yol boyunda normalde park yeri bulmak mümkün değildir. Fakat bu defa kolay bulduk. Park ettim. Eşim arabadan çıkıp çıkmamakta kararsızdı. "İstersen gelme sen, arabada bekle!" dedim. Ben böyle deyince, sırf bana inat olsun için, "Geleceğim" dedi.

Vay anasını! Karantina başlangıcından beri ben de pazaryerine hiç girmemiştim. Kalbim küt küt atmaya başladı, ben aklen sakinim fakat bedenimde hissedilir bir telaş hâkim.

Eşimle aramızdaki sosyal mesafeyi koruyarak geçtik karşı kaldırıma, girdik Balık Pazarı'na.

Balık tezgâhlarının üçte ikisi kapalıydı. Geriye kalanların önlerinde de üçer-beşer müşteri vardı. Her zamanki balıkçım kapalı olduğu için, ikinci tercihim olan tezgâha doğru yürüdüm; orası açıktı.

Eşim üç adım arkamdan yürüyor, beni takip ediyordu. Dedemle anneannem gibiydik. Rahmetli anneannem asla yetişememiştir rahmetli dedeme... Dedem seri adımlarla kadınını beklemeden yürürken, anneanneciğim hep adamının peşi sıra koştururdu. "Kadın" ve "Adam"; birbirlerine öyle seslenirlerdi.

Tezgâhın tamamını görebilecek panoramik bir noktadan mevcut balık çeşitlerini gözlemledik. Levrek gözümüze daha güzel geldi. Eşim yerinde beklerken ben ilerledim tezgâha doğru.

Kapsama alanına girince bana doğru, "Buyur abi!" diye seslenen balıkçıya elimle işaret ettim levrekleri, "Dört tane ver bana, fırınlık olacak!" dedim. Tarttı dört balığı, temizlenmesi için verdi içeriye; ödemesini yaptım.

E balık temizleme sırası var bekleyeceğiz haliyle, kapsama alanından çıkıp eşimin yanına döndüm. Dönmez olaydım...

"Ne giriyorsun insanların dibine?", "Meğer sen de hiç dikkat etmiyormuşsun sosyal mesafe kuralına!", "Söyle çift poşete koysunlar!", "Son poşeti sen aç tut, satıcı elini sürmesin poşete..."

Neyse ki çabuk temizlediler balıkları. Allah razı olsun!

Eşim üç adım arkamda çıktık Katlı Pazar'dan. Vallahi rahatladım; hatta rahatlamaktan kelli hafif ter bastı sırtımı...

Girdik arabaya, hedefimiz market. Bu balık yanında içilecek bir şeyler de ister haliyle...

Bu defa eşim önde, ben üç adım arkada girdik markete. Eşim kendi uzmanlık alanı olan bölgeye (markete) gelince, Katlı Pazar bölgesindeki tedirginliği attı üzerinden, kanatlandı âdeta.

Sanki az önce Balık Pazarı'nda, bana bi'ton laf söyleyen kendisi değilmiş gibi, rahat tavırlarla insanların dibine dibine giriyordu. Belli ki özlemiş kadın çarşıyı-marketi, utanmasa reyonlar arasında bale yaparak gezecekti.

Meğerse evde bir tek yeşillik varmış birader! Başka hiçbir şey yokmuş... Market arabası ufaktan dolmaya başladı!

Akıllı bıdık, "sokağa çıkma yasaklı" kızım, bana çaktırmadan annesine bir dolu market siparişi vermiş. "Markete gidince alışverişi sen yap, babam bilmez benim neyi sevdiğimi" demiş. Çikolatalar, şekerlemeler, atıştırmalıklar filan, ikişer üçer, doluyordu araba...

Hemen aceleyle büyüğünden bir tuvalet kâğıdı, bir de kâğıt havlu paketi attım arabaya; ki arabada daha başka bir şey koymaya yer kalmasın... Bu benim en etkili market alışverişi taktiğimdir. Ve laf aramızda kalsın, her zaman tutar. Bir nevi psikolojik algı yönetimi...

"Tamam" dedim, "araba doldu!" ve kasalara doğru yürüdüm, beklemeden. Eşim de acele tarafından kucakladığı son üç-beş paket ile geldi yanıma. "Evde tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu var mıydı?" dedim saf ayağına yatarak, "Vardı! Niye aldın ki?" dedi.

Tabii ki var yahu! Daha üç-dört gün önce almıştım, bilmez miyim hiç. Hemen çıkardım koca paketleri arabadan koydum kenara. Araba yarı yarıya boşaldı...

Eşim bu numaramı yıllardır yiyordu, bundan sonra yemez herhalde! Kötü oldu bu günlük yayınlama işi...

Elde poşetler eve döndük. Yine klasik dezenfektan banyomuzu aldık. Üst baş değiştirildi. Balkona bırakılan poşetlerden acil alınması gerekenler alındı, sabunlu suyla silindi, yıkandı, geri kalan paketler havalanmaya bırakıldı.

Oğlumsa bugün epey etkisiz elemandı. Eve yayılan balık kokusunu alıp, "Çok acıktııım!" diyerek sofraya koşana kadar sürdü etkisizliği. Sonra sildi süpürdü önüne ne konulursa... Afiyet olsun!

Daisy yavrum; balık kokusuna o da aklını kaçırdı garibim. De bizim ev ahalisinden ona asla bir lokma deniz ürünü kalmaz, bunu da öğrenir yakında...

Gece, şu Hollywood dışından Oscar alan ilk film olan, Kore yapımı "Parazit"i seyrettik. Be kardeşim buna mı verdiniz Oscar'ı? Ferzan Özpetek filmleri buna beş basar... Tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Filmin geçtiği modern evin mimari tasarımı güzeldi, gerisi hikâye!

Yazınca oluyor işte!

***
24. Gün
Ev yapımı supangleler

Karantinadaki 24. gün yok... Resmen yok!

İnanın yazmaya değer hiçbir şey olmadı bugün. Böyle bir pazartesi hayatım boyunca yaşadığımı sanmıyorum.

Tam anlamıyla ot gibi bir gündü. Kargalar bile yoktu ortalıkta. Ot deyince aklıma geldi; sitenin bahçesindeki çimler yağan yağmurla iyice uzamış.

Öğleden sonra uyanan ev ahalisi kafasına göre bireysel takıldı.

Daisy dahi diğer günlere oranla hareketsizdi.

Digiturk ile Netflix arasında gezdim durdum, sosyal medyadan gelen birbirinin aynı mesajların çoğunu okumadan sildim...

Akşamüstü yemeğini önceki günlerden kalanlarla ayaküstü geçiştirdik.

N'apsaydım? Ben de oturduğum yerden, hem hoşa giden, hem de etliye sütlüye bulaşmayan yazılar mı paylaşsaydım sosyal medyada? Daha işe yarar, dişe gelir bir şeyler yapmalıydım...

"Kalk!" dedim eşime; "Supangle yapalım, canım çekti."

Kalktı kadın; hiç üşenmedi. Ben de üşenmeden yedim soğuyunca. Dişe gelmedi ama işe yaradı...

Gecenin ilerleyen saatlerinde liseden arkadaşım Firdevs Altındaş'ın karantina boyunca her gece instagram üzerinden yaptığı canlı konser-söyleşi yayınına katıldım, izledim.

Derken koca bir gün geçiverdi...

Hepsi bu!

***
25. Gün
Keltoş Daisy ve topladığım ısırganlar

Düne inat bugün bir sürü şey oldu. Acı içindeyim fakat mutluyum, mutluyuz! Eh tabii bunu "Sevgili Karantina Günlükçülerim" ile paylaşmam gerek; başlayalım hemen.

Günlerdir Daisy'i aşıları yapılsın için veterinere, uzayan tüyleri ilk kez kesilsin için "evcil hayvan kuaförü"ne götürecektik. Evden market alışverişi haricinde başka bir yere çıkmayı göze alamadık tabii.

Daisy canlı bir yumoş, uzun tüylü bir hayvancan... Karantinadan önce uzamış olan tüyleri bu süreçte iyice uzadı. Neredeyse kendi tüylerine basıp yuvarlanacak halde çocuk. Tıraş zamanı çoktaaan geldi de geçti bile.

Aradım Veterineri, "Açığız gelin, yapalım aşılarını" dedi.

Dedim: "Tüylerini nerede kestireceğiz?"

"Hayvan kuaförleri karantina sebebiyle maalesef kapalı! Sen getir Daisy'i, ben hallederim abi!" dedi Veteriner.

Evde eşim nereye, Daisy oraya. Her evcil hayvan gibi Daisy de evi kim çekip çeviriyor kısa zamanda keşfetmekte gecikmedi. O gün bir takıldı eşimin peşine, daha da bırakmadı.

Hele birlikte bir paspas yapmaları var ki; kavga dövüş yapıyorlar âdeta... Galiba Daisy paspası eşimden daha fazla seviyor. Haliyle kıskançlık yapıyor eşim. Her şeyi paylaşıyorlar da vileda paspası paylaşamıyorlar aralarında...

Sokakta da tam tersi oluyor: Daisy nereye eşim oraya!

"Hazırlan bakalım!" dedim Daisy'ye, "Seni veterinere götüreceğim."

Eşim cevapladı, "Hemen giyiniyorum!"

Haydaaa! 22 gün evden çıkmayan kadın, önceki gün ilk kez çıktı, gördü ya karantinanın bizim evden başka bir yerde uygulanmadığını; şimdi her fırsatta dışarı çıkmak istiyor.

Daisy eşimin kucağında indik arabadan. Daisy dahil maskeliyiz iyi mi! Tam teçhizatlı olarak bizi gören Veteriner ve çalışanları güldü haliyle. "Bırakın Daisy'i bize, 2-3 saat sonra gelin alın" dediler.

De eşimin niyeti, çocuğun ilk tıraşını fotoğraflamak; oğluna, kızına, ahaliye alerji yaptığı için ayrılmak zorunda kaldığımız kedimiz Çitos'a ilk berber/kuaföre götürüldüklerinde ne yaptıysa, Daisy'e de onu yapacak! Yanına renkli saç tokaları falan da almış. Nasıl tıraş edilmesini istiyorsa, telefonuna örnek fotoğraflar indirmiş. Onlara göre, tüylerini stilli kestirip süsleyecek Daisy'i...

Veteriner, "Biz kuaför değiliz, sadece tüylerini kısaltırız, böyle özel tıraşları bir dahaki sefere, kuaförler açılınca yaptırırsınız. Stilli kesim işi bizi aşar" dedi. Eşimin yüzü kızardı, üzüldü, gözleri doldu. Elinden oyuncağı alınmış çocuk gibiydi.

Daisy'i veterinerliğe bıraktık, çıktık.

"Haydi gel yürüyelim, nasılsa 2 saat bekleyeceğiz" dedim eşime.

"Ben yürümem, sokaklar kalabalık, korona virüs dolu. Hava güzel, arabayla yakında bir yerlere gidelim, biraz baharları, çiçekleri görelim, içimiz açılsın" dedi.

Bu defa kuzeye kırdım direksiyonu. Güneyde TEM Otoyolu ve D-100 Karayolu olduğu için şehre girişlerde sıkı kontrol var, eşimle güneye gitmek riskli. Hani eşimi, üç yıldır çektiği şu malum ateş hâli basmışken, polis/jandarma çevirse ateşini ölçse ne olacak? Maazallah en az 42-43 derece çıkar ki bizi apar topar karantina hastanesine kapatırlar; derdimizi anlatana kadar 14 gün geçer...

Karasu yoluna girdim. Eşim bahar açmış ağaçları seyrediyor, nereye gittiğimizin farkında değildi. Taşkısığı'na doğru saptım. Hedefim Çaltıcak gölüydü.

Çocukluğumda ne balıklar tuttum bu Çaltıcak gölünde. Balıktan çok da kerevit gelirdi oltaya. Şimdi ise tamamen kerevit dolu. Kerevitleri taa Fransa'ya ihraç ediyor gölü kiralayan firma; artık balık tutmak da yasak. Koca koca tabelalar diktiler, "Bu göl özel mülktür, balık avlamak yasaktır!" diye.

Hiç unutmam, bir pazar günü konu-komşu toplanıp pikniğe gitmiştik Çaltıcak Mermer Fabrikası'nın göl kenarındaki bahçesine. Ulu çınarların altında babamlar oğlak çevirmişti yaktıkları ateşte. Yarı çiğ, yarı pişmiş afiyetle yemiştik. En çok da fabrikanın tanıdık olan bekçisi yemişti. Malum; yer onundu(!) ve sık sık geliniyordu balık tutmaya. Her defasında onun payı da verilirdi.

Şimdi nerede o zamanki bolluk! Bırakın oğlak çevirmeyi, kaptiriga (bir balık türüdür, genel olarak bilinen adı kaptırga'dır) bile tutulamıyor buralarda. Hem oğlağı bulsan da kim satın alacak, kim kesecek, kim hazırlayacak, kim pişirecek? Şimdi kimsenin vakti yok bunlara. Herkes "mektepten gelmiş" serçe parmak gibi; yiyici!

Mermer Fabrikası kapanalı yıllar oldu, binası atıl kaldı, sağlam bir yüklensen yıkılır. Bahçeyi börtü-böğürtlen basmış, her yer çer-çöp içinde. Arabadan bile inmeden çıktık tekrar yola. Çaltıcak, Acıelmalı köylerini geçtik. Hava sert rüzgârlı ama güneşli, yol neredeyse boş... 40-50 kilometre süratle gidip güneşin ve özgürlüğün tadını çıkarıyoruz eşimle. Radyoda peş peşe şarkılar... Eşim arkada oturuyor ya; şarkıları, radyo kanallarını ben seçiyorum. Buna rağmen mutlu kadın! Baharı gördük çok şükür...

Anaaa o da ne! Yol boyunda kendiliğinden oluşmuş harika bir ısırgan tarlası var. Çektim kenara, indim aşağıya, bagajdan bir kocaman eko-bio market torbası çıkardım, başladım ısırganların körpe tepe filizlerinden toplamaya. Makbul olanı burasıdır!

Elimde eldiven olduğundan, ısırganlar da ısıramıyor, dalamıyor hem... Koca torbayı oracıkta eğlene eğlene ağzına kadar doldurdum.

Artık "ısırgan çorbası" mı yaparız, Abhaza usulü "ısırgan sızbalı" mı bilmem? Yoksa "kaldirik kavurma" gibi soğanla, yumurtayla kavurup mu yesek? Şifa niyetine senede bir-iki yemek gerek...

Isırganları arka koltuğa koydum. Eşim, "O kadar çok toplamışsın ki saydıklarının hepsini yapmaya yeter!" dedi.

Ben çok severim, doğadan bir şeyler toplayıp yemeyi. Serde izcilik var tabii. Yine de bir tek mantar toplama olayında kendime güvenemiyorum. Ne olur, ne olmaz...

İyi de ısırganlarla beraber gelen örümcek, tırtıl gibi börtü-böcek de arabaya girmiş, arka koltuğa kurulmuş oldu. Yolda üç beş kez durup, görebildiklerimizi tekrar doğaya bahşettik.

İki saat böylece doldu, döndük şehre; çektim veterinerliğin önüne. Eşim heyecanla indi, önden önden gitti.

İçerideki bekleme kafesinde tüysüz tek bir köpek vardı. Daisy diye onu verdiler eşimin kucağına. Hayvancan heyecandan mı, üşüdüğünden mi bilinmez tir tir titriyordu. "Bunun bizim Daisy olduğuna emin misiniz?" diye sordu eşim. Zira bizim bıraktığımız köpekle, bu "üç numara asker tıraşı" yapılmış köpek birbirine hiç benzemiyordu. Neyse ki eşime olan ilgisinden ve adı söylenince bakmasından onun bizim Daisy olduğuna dair kanaat getirdik. Ben "Keltoş!" deyince bakmadı, "Daisy!" deyince baktı zaar.

Aldık Keltoş'u, sardık battaniyesine, bindik arabaya, geldik eve. Eşim arka koltukta yol boyunca elindeki renkli tokalara bakıp ince ince ağlıyor gibiydi.

Ama çocuklar Daisy'i görünce bu halini de sevdiler hemen, "Albino Labrador Yavrusu gibi değil mi?" dediler.

Eldivenler-maskeler çöpe atıldı, üst-baş çıkarıldı, eller-yüzler özenle sabunlandı.

Benim için günün kârı doğadan topladıklarımdı. Aldım torbayı elime, çıktım balkona boca ettim. Isırganları şöyle bir harmanladım ki içinde kalan börtü-böcek ortaya çıksın, gitsin.

Aman Allah'ım! Ellerimde eldiven olmadığını, bunların ısırgan olduğunu unutmuşum. Anında kıpkırmızı oldum dirseklerime kadar. Acı içinde yanıyordum.

Çocukluğumdan beri böyle bir tufaya düşmemiştim. Hiç bu denli çok ısırganın beni daladığını hatırlamıyorum.

Dayanılacak gibi değil yahu! Hâlâ eller-kollar havada oturuyorum... Yıkadım filan ama nafile, cayır cayır yanıyorum.

Acı içindeydim fakat mutluydum... Şifa niyetine!

***
26. Gün
Ahali çöldeki Bedevi çadırında

Vay be! Karantinada bir ayı tamamlamaya az kaldı. Dile kolay; ben gibi sosyal yaşamı seven biri için bu süreç pek de kolay geçmeyecekti tabii. Fakat hiç düşünmediğim kadar rahat geçti evdeki günlerim. Yediğim önümde, yemediğim arkamda... Daha ne olsun!

Dün yaptığımız mini doğa gezisinin verdiği moral etkiyle eşim bugün sabahtan itibaren âdeta arı gibiydi. Ekşi mayalı ekmek, kuru meyveli-cevizli kek, dereotlu çörek yapıldı. Kuru meyveleri ben doğradım, cevizleri ben ayıkladım.

Diyorum ya; bizim evin fırını belediyenin halk ekmek fırını gibi çalışıyor. Bu ayın elektrik faturasını ödeyebilmek için sosyal yardım kampanyası başlatmam gerekebilir.

Topladığım ısırganlar sirkeli suda bekletildi, yıkandı, kurutuldu, işlenmeye hazırlar. Daha yapacak çoook işimiz vardı... Ne güzel!

Akşam yemeklerinde salata, sebze türü yemekler yemeğe çalışıyoruz. Ekmek tüketimini de olabildiğince azalttık, artık evde pişirdiğimiz kadar ekmek yiyoruz. Zira gidişat iyi değildi. Ekmek bulamazsak kekle, çörekle idare ediyoruz. Daha pasta yemeye geç(e)medik...

Gün boyu evde pozitif bir hava esti durdu.

Havayı güzel bulan karga çifti onardıkları yuvaya iyice yerleştiler. Dişi olanı yumurtlamış olmalı ki kuluçkaya yattı. Bakalım kaç yavru karga gelecek bu Covid-19'lu dünyaya?

Güneşi gören karşı bloklardaki komşulardan birisi, balkonda eşofman üstünü çıkardı, sert esen rüzgâra aldırmadan atletle oturup güneşlendi. Hani ilerleyen günlerde hava daha da ısınınca eşofmanın altını da çıkarır mı, bilinmez...

İki kupa çay ya da kahve içti güneşlenirken. Ancak daha iyi bir dürbün edinirsem, çay mı, kahve mi içtiğini söyleyebilirim.

Ben de komşuyla eş zamanlı olarak iki kupa çay içtim tabii...

Benim milli içeceğim çaydır arkadaş! Aromatik, yeşil, siyah, beyaz olması önemli değil; çay olsun yeter. Her türlü bitkiden yapılan çaya meraklıyımdır. Öncelikli tercihim ise Seylan ya da Doğu Karadeniz'in siyah çayıdır.

Güneş açısını ve etkisini kaybedince komşu üstünü giydi, içeri girdi. Benim de "pasif-aksiyon" izlencem sona erdi.

Tam rutine bağlayacaktım ki günü, kızçem geldi gitti, yastık-battaniye filan ne bulduysa topladı. En sonunda da birer el yapımı davetiye getirdi.

Sahra çölünde bir yerde "Dolunay Partisi" varmış, helikopterle gidilecekmiş. Biz de davetliymişiz!

Karanlıkta duyulan helikopter sesi ile üst kata çıkıldı.

Helikopterden indik. Çevrede mistik, egzotik bir atmosfer hâkimdi.

Akşam yemeğini kızçemin odasındaki Bedevi çadırında yastık üzerine bağdaş kurarak yedik.

Şaka yapmıyorum; bildiğiniz ortadan direkli sahra tipi bir çadırdı kızımın kurduğu. Uğraşılmış, özenle kurulmuş ve çadırın orta direği yanıp sönen yılbaşı ışıklarıyla süslenmişti. Elektrikli aydınlatma dışında çöl fantezisine iyi çalışılmıştı doğrusu...

Kocaman Sezar Salata kâseleri kucağımızda, güle oynaya yedik yemeğimizi. "Çöl Faresi Daisy" sebebiyle kâseleri yere koyamadık. Öylece elde kâse oturduk tüm gece... Hayvancan yılmadı, usanmadı; bir oradan daldı, bir buradan sorti yaptı. Yine de Bedeviler kaptırmadı nevaleyi.

İsteyene, cam bardakta, iyi demlenmiş kaçak Arap çayı servisi de vardı. Ağzıma gelen dem parçacıklarından biraz rahatsız oldum, fakat çöle gelirken yanımıza çay süzgeci almak kimsenin aklına gelmemişti. "Kimsenin de onca yolu bir çay süzgeci için gidip gelecek hâli yokmuş yani."

Geceyi, çölün ortasındaki vahada kurulu Bedevi çadırından yakındaki dik kum dağlarına yansıtılan "Matrix" film serisini seyrederek bitirdik...

Arada sırada çadırın yanında konaklayan develerden burnumuza kadar gelen pis kokular olmasa iyiydi. Ama bunlar da doğal çöl hayatının parçası tabii.

Çöl de çayır da; ev de çadır da zaten hepsi bir matriks değil mi? Ne hissediyorsan odur yaşam!

***
27. Gün
Görsel temsilidir; yok böyle bi' erkek! 😀

Günler birbirini kovalıyor dostlar! "Yavaş yaşıyoruz, yapacak bir meşgale bulamıyoruz" diye dertleniyor çoğumuz. Da işin aslı öyle değil. Korona virüs yapmaya vakit bulamadığımız pek çok şeye de fırsat tanıdı.

Yıllardır çalmak istediğim ancak bir türlü etüt etmeye, pratik kazanmaya fırsat bulamadığım enstrümandan bildik melodiler dökülmeye başladı mesela. Yok yok; öyle büyütülecek bir şey değil benimki, hepi topu küçük bir armonika (ağız mızıkası).

Uzak ülkelerdeki ya da değişik illerdeki izci kardeşlerimle çoğunlukla sosyal medya üzerinden görüşürken, yereldeki (Sakarya'daki) arkadaşların, hısım-akrabaların ya da eski-yeni komşuların büyük çoğunluğuyla yolda, markette, düğünde, cenazede karşılaşınca ya da bayramdan bayrama görüşüyor idik. Artık onlarla da sosyal medya üzerinden daha sıkı ilişkiler kurduk. Uzun süredir görmediğimiz akrabalarımızla birbirimize yemek tarifleri bile verdik. Sülaledeki erkekler arasında yemek yapma faaliyeti düzenledi kadınlar.

Aslında yarışanlar erkekler değildi, yarış ailedeki kadınlar arasındaydı: "Kim kocasını evde daha iyi çalıştırabilecek, daha iyi güdüleyip ev işi yapmaya yönlendirebilecek?" yarışıydı yapılan. Da ailenin erkekleri olarak biz bunu görmezden geldik... Neticede kadınlar arasındaki rekabet duygusu kadar olmasa da, erkekler arasında da yaradılıştan gelen ancak dışa vurul(a)mayan bir beğenilme, takdir edilme arzusu vardır. Kadınların erkekleri takdir ederek aralarında yapacakları bir yarışa hiç bir hemcinsim karşı çıkmaz. Yeter ki kadınlar erkekleri takdir etsin, görün bakın erkekler nasıl değişecektir. İşin sırrı burada!

Hem ne demiş Peygamberimiz: "Sevecekseniz erkek çocukları seviniz, kızlar kendilerini zaten sevdirir." Karantina süresince evde kalan her erkeğin çocuklaştığı da yine kadınlarca dillendirilen toplu bir tespit olduğuna göre; haydi o zaman, yaş farkı gözetmeden tüm erkek çocukları sevin gayrı...

Aslına bakarsanız, erkekler arasında yapılan tüm fair-play yarışlar gerçek değildir. Yarışlar, müsabakalar hep "fair-play" çerçevesinde geçsin istenir, arzulanır; zira yoktur. Çünkü erkekler yarışmaz, savaşır! Milyonlarca yıldır tıkır tıkır çalışagelen, işini yapan savaşçı genomların ve hormonların son yüz yılda işlevsiz kalmasını düşünmek hayalcilikten öte bir hâldir. Kısacası, çok acil ihtiyaç duyulan "evrensel barış" ancak milenyumlarca sürecek genetik bir evrim süreciyle mümkün olabilir. Ayrıca erkeklerde yine genetik miras yoluyla geçen sağlam bir direnme, baş kaldırma durumu da ezelden beri vardır.

"Metropol erkeği" diye bir kavram çıkmıştı 10-15 yıl önce, sonucu ne oldu, hiç merak ettiniz mi? Erkekler tümden "300 Spartalı" ya dönüştü, köse erkekler bile sakallanıverdi. Kolay değildir öyle erkek milletini feminen kalıplara dökmek. Maskülen bir kadın erkekler arasında ne kadar kabul edilirse, feminen erkek de o kadar kabul edilebilir. Yani imkânsıza yakındır.

Hani erkekler de o kadar saf değildir. Kadınların, çaktırmadan yaptığı "metropol/feminen erkek" dayatmasına karşılık anında kıl kaptık ve tümden saç-sakal bırakma eylemine geçtik. Haybeye değil bir zamanlar dükkan tabelasına "erkek kuaförü" yazanların, şimdi "berber" sıfatına geri dönmesi. Etki tepkiyi doğurur!

Şimdi berberler de kapalı olunca durum biraz zorlaştı. Biz de Daisy'ye uyduk, tıraş olduk. Oğlum da ben de sakalları kestik. Oğlum bıyığına kıyamadı, ben ona da kıydım.

Bakındı, yazı nereden çıktı, nereye geldi? Oysa bir ton işim vardı benim. Çamaşır, bulaşık yıkadım, süpürge yaptım, oğlum da arkamdan toz aldı, paspas yaptı. Fakat daha yemek yapamadım. Ahali yavru kuş misali yemek beklemekte...

Siz de lafa tutmayın beni! Başka işiniz gücünüz yok mu ayol sizin!?

Ey Korona! Sen nelere kâdirsin!

Milenyumun yapamadığı değişimi, şu Covid-19 karantinası yaptı...

***
28. Gün
Isırgan Sızbalı (Abhaza yemeği)

Hayırlı Cuma'lar.

Sabah kahvaltısı kekle-çörekle geçti. İsteyen istediğini, istediği zamanda, istediği yerde yedi, içti.

Saat 14.00 gibi, "Ben gideyim bir market yapayım" dedim. Oğlum, "Ben de geleyim" dedi.

Maske-eldiven kuşandık, çıktık evden. Arabaya bindik, oğlum aldı fıs fıs kolonyayı eline; sıktı her tarafa. "Dur daha yeni başlıyoruz" dedim, "İdareli ol!"

Banka, market, fırın yaptık. Her indi-bindide saatlerce kolonyalandı oğlum. Annesine çekmiş zaar! Aracın içi âdeta oldu bir limon bahçesi...

Yarın hafta sonu ya! Ne olur ne olmaz diye 5 tane ekmek aldım. Neden?

Eşimin yaptığı ekmekler daha soğumadan tükeniyor evde. Ahalimiz ev yapımı ekmek görünce, aç kalmış Afrikalı gibi saldırıyor. Herkes birbirinin lokmasını sayacak hâle geliyor.

5 ekmek aldım ki, araya bir de çarşı ekmeği katayım... Zira araca her girişimizde âdeta koronayla beslenen bir canavara dönüşerek fıs fıs kolonyanın 1/4'ünü kullanan oğlum, mutfağa her girişinde de 3/4 ekmeği imha ediyor ve 4/4 yapıyor. E genç adam, üstelik üniversite öğrencisi; haliyle glüten bağımlısı. Görünen o ki; ekmeğini, kolonyasını eksik etmezsem, öylece yaşar birkaç yıl.

"Hafta sonu hava güzel olacak" diyordu hava durumu göstergeleri. Bu demekti ki milletimiz sokaklara dökülecek, imkânı olanlar kendini dağlara-bayırlara vuracaktı. Bu sebeple evde kalmak en akıllıca iş olmalıydı. Alışverişimizi buna göre yaptık ve eve döndük.

Arabadan inerken, gözlerime inanamayarak, "Boş kolonya şişesini de çöpe at bari, arabada bırakma" dedim oğluma.

Artık klasik bir durum olduğu için, kendimizi ve alışveriş paketlerini nasıl dezenfekte ettiğimizi anlatmayacağım. "Hane Hıfzısıhha Kurulu Başkanı" olan hanımefendi bu konuda asla taviz vermiyor. "Hanemize korona virüs girerse, benim yüzümden girermiş" diyor ve her eve dönüşümde bana, umreden dönüyormuşum gibi özel bir uygulama yapıyor. Oysa ben umreci değil, sadece marketçiyim; günlerdir bir türlü anlatamadım. Bir sonraki çıkışımda biraz hurma ile birkaç tespih alıp getirmeli eve; bari kapıda karşılaştığımız konu komşuya ayıp olmasın...

Eve dönünce oturduğum yerde öylece uyuyakalmışım ben. "Yüzyıl Uyuyan Prenses" gibi mışıl mışıl uyudum... Severim böyle zamansız şekerlemeleri.

Fatih Portakal'ın sesiyle akşam haberlerinde anca uyandım. Baktım memlekette yeni bir şey yok! Her şey aynen 100 yıl önce bıraktığım gibi...

Akşam yemeğini geç saatte ve aile sofrasında neşeyle yedik.

Gündüz aldığım 5 ekmekten birinin 3/4'ünü ısırgan sızbalı eşliğinde mideye indiren oğlum gayet mutluydu. Yemekten sonra televizyonda bir bilim kanalı açmış, tek gözüyle izliyordu. Tek gözüyle diyorum, çünkü diğer gözüyle telefondan sosyal çevresi ile irtibat hâlindeydi. Kızçem Daisy ile oynuyor, paldır-küldür oradan oraya koşturuyorlardı. Eşimse sofrayı toplamanın derdindeydi. Tabii ben de her akşam sofradan kalktığımızda yaptığım gibi, yine eşimle göz göze gelmemeye özen göstererek, sanki sofra toplamaktan çok daha önemli bir iş yapıyormuş havasında bilgisayarımdan tarama yapıp, ailecek izlenebilecek bir film/dizi arıyordum kendi köşemde.

Ki haberi ilk olarak, 22:00 sularında, facebook'tan gelen bildirimle aldım. Hafta sonu için 31 şehirde sokağa çıkmak yasaklanmıştı. Hemen haber kanallarından birini açtım, baktım. Evet; haber doğruydu. "30 büyükşehir ve Zonguldak'ta 48 saat için sokağa çıkma yasağı getirilmişti."

Bu arada, Zonguldak neden büyükşehir ilan edilmiyor? İkidir medyada "ayrık otu" gibi söyleniyor koskoca şehrin adı. Ayıp oluyor!

Gece devriyesini atayım için şöyle bir balkona çıktım. Aman Allah'ım! Bizim Sapak'ta trafik kilitlenmiş. Arabasına binen milletimiz nereye olursa yola dökülmüş, hareketli bir ışık seli modunda...

Az sonra cami hoparlörlerinden, "evlere dönülmesi yönündeki valilik emri" okundu. Saf tarafıma geldi: O an emri duyan hemşehrilerimiz hemen evlerine çekilecek sandım. Fakat halkımız Sayın Vali(leri)mize, vali değil de, İstanbul'a gelmiş Yalova Kaymakamı muamelesini reva gördü.

Mahalle bakkalları hemen koşup dükkânlarını açtı; fırınlar sabaha karşı çıkaracakları ekmeği n'aptı n'etti, gece yarısından önce çıkardı, sattı; tekel bayilerinde saat 21:55'teki gibi aceleci kalabalıklar oluştu.

Alacaksın bu milleti karşına, tane tane anlatacaksın Çanakkale Savaşları'nın asker tayınını. Yıllarca anlattık ama anlaşıl(a)madığı ortada. Utandım...

Ha bir de, "vatandaş haklı, devlet haksız" diyenler, her olayda yöneticilere giydirmek için aportta bekleyenler var. Karantina süresince dünya devletlerinin başkanları, "halklarına kişi başına maddi yardım edileceğine" dair çeşitli paketler açıkladılar, biri hariç! E şimdi siz vatandaş olarak buna daha nasıl güvenirsiniz!? Hem tanesi 50 kuruş etmeyen maskeyi karantina başlayınca 5 liradan satmayı akıl eden, 10 liralık kolonya şişesini 60 liradan satanlar kimdi? Karantina ilan edildiğinde marketlere hücum edip rafları boşaltanlar kimdi? Sayaç okumadan nisan ayı faturalarını, ocak-şubat-mart aylarının ortalamasını alarak kesenler kimdi? Vatandaş denilince, hepimiz mağdur vatandaşız da... Bunca işgüzarlığı yapan vatandaş kim? "Herkes hak ettiği şekilde yönetilir" derler.

Hatırlayın dede evlerini! Hepsinde büyük-küçük bir kiler vardı. Neden? Kötü günler için... Peki nedir kötü gün? Tüm dünya ülkeleri bir pandemiye esir olmuşsa, insanlar patır patır dökülüyorsa, kötü gün başka nasıl tarif edilir!?

Akla daha neler neler geliyor di' mi!?

Allah beterinden korusun. Da kulağımıza küpe olsun için ne demiş dedelerimiz, unutmayalım: "Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir."

Ev ahalisi böylesi öngörülü bir "reis" olmamdan ve bugün 5 ekmek birden almamdan dolayı beni tebrik etti, elimi öptü...

Keşke birkaç şişe de fıs fıs kolonya alsaydım...

***
29. Gün
Sıcacık ev ekmeği gibisi yok!

Ve şehir sessizliğe büründü. Yıllardır bu denli sessiz olmamıştı hiç.

Bu sabah sitemizin ağaçlarını ziyaret eden saka'ların birbirinden güzel nağmeleriyle "kuşluk vakti" uyandım.

Sabah devriyesini atmak için balkona çıktım. Böylece;

Güneşin evleri nasıl ısıttığını gördüm.

Gölgelerin hacimleri nasıl derinleştirdiğini algıladım.

Rüzgârın saçlarımı şefkatle okşadığını hissettim.

Çocukların evlerden taşan seslerini duydum.

Normal bir günde anlaşılmayan seslerin, aslında ne kadar net olduğunu, ne kadar uzağa gidip gelebildiğini anladım.

Yuvalarını hiç terk etmeyen karga ailesiyle fısıldaşarak sohbet ettim.

Eskiden okuduğum kitaplarda, altını çizdiğim yerleri yeniden okudum.

Alçak volümlü romantik şarkılar dinledim.

Eşimin pişirdiği ev ekmeklerinin mis kokusunu içime doldurdum.

Balkondan aşağıya bakamayan Daisy'nin korkusuna ortak oldum.

Ev ahalisinin yüzündeki gülümsemeye karşılık verdim.

Ailemin varlığına, sağlığına, mutluluğuna şükrettim.

Ekmek dağıtım aracı siteye girdiğinde, balkondan "ekmeeek!" diye var gücümle bağırmanın özgürlüğünü yaşadım.

Bahçede 2-3 yaşlarındaki çocuğunu gezdiren/oynatan babayı seyrettim.

Uçuşan polenleri gözle takip ettim.

Flört eden site kedilerinin oynaşmasına baktım.

Çayımı, kahvemi usulca yudumladım.

Her şey öylesine olağan ve doğaldı ki...

Akşam ezanı okunduğunda karga ailesini, ağaçları, kuşları selamlayarak ben de içeri girdim.

Son derece özenle hazırlanmış sofrada nefis lezzetlerle buluştum.

Ruh hâlime uygun bir film izledim.

Doğanın bir parçası olarak, huzur ve sessizliğin verdiği rehavetle uyudum.

Mutlu oldum...

***
30. Gün
Gobi Çölü, Moğolistan
Bir ay geçti, en fazla 3 günmüş gibi geliyor. Her gün benzer tarzda basmakalıp olarak yaşanınca zaman mefhumu kalmıyormuş.

Pazar günü, sokağa çıkma yasağıyla birleşince sessizlik daha da arttı sanki. Bir küçük motosiklet geçti Çark caddesinden; vay anam vay, ne ses yaptı ne ses! Oysa normal zamanda duymazdım bile...

Eşim ekmek hamurlarını mayalanmaya bırakmışken Daisy'i alıp sitenin bahçesine çıkardık. Oradan oraya koştu, oynadı. O oynadı sanıyor; bize göreyse, bahçede ne kadar çer çöp varsa gitti kokladı.

Bir garajım var içi tıklım tıklım izcilik malzemesi dolu. Tüpler, sanayi tipi ocak, tencere-tavalar, kamplarda kullandığımız tabldotlar, boy boy ahşap bayrak-flama direkleri, uyku tulumları, çadırlar, baltalar, testereler, ipler-kırnaplar, uçurtmalar, mataralar, kızak, yürüyüş batonları... TİF zamanından kalan üniformalar. Bir de mevsimine göre kullanmadığımız giysiler ile eskiyen mutfak eşyaları, çocukların eski oyuncakları, bisikletler, scooter'lar, kaykaylar dart tahtası, okçuluk takımı, bacce (petank) dahil çeşit çeşit toplar vs. vs.

Daha aracımı hiç park etmedim garaja.

Ben Daisy'i kakasını yapacak mı diye gözlerken eşim girdi bu eskici dükkânı görünümlü garaja, 6 şişe/bidon kolonya ile çıktı. Bunlardan benim haberim yoktu mesela. Kim bilir daha benim bilmediğim neler vardır orada?

Daisy ihtiyacını giderince eve girdik tekrar... Zira site kedileri taktı Daisy'e. Boyut olarak gözlerine kestirdiler herhalde, kabarıp kaparıp seyrettiler bizi. Daisy ise kimin düşmanlık yaptığını analiz edemiyor daha. Sahiplerine çekmiş zaar, herkesi kendisi gibi dost canlısı sanıyor. Daha çoook aldanır...

Taze ekmekle klasik karantina brunch'ımızı yaptık.

Yıllardır yememiştim, hatta tadını bile unutmuştum, aklıma nereden düştüyse, "Akşama 'kaçamak' yapalım mı?" dedim eşime.

Oğlum atladı hemen, "Siz evli değil misiniz yahu, ne kaçamağı? Yoksa sokağa çıkma yasağında dışarı mı çıkacaksınız?"

Kaçamak'ın mısır unundan yapılan bir yemek adı olduğunu ne bilsin çocuk! Güldük, ne olduğunu anlattık.

Büyük bir hevesle yaptık kaçamağı. Nefis görünüyor, mis gibi tereyağı kokuyordu. Kızçem hiç sevmedi, "Hepsi bu muydu yani?" dedi. Oğlum zaten ne bulsa yiyor, sorun etmeden yedi.

Büyükler olarak ben ve eşim yemek boyunca nostalji yaptık. Kâh eşimin rahmetli halasının mutfağına, kâh benim rahmetli anneannemin mutfağına gittik-geldik. Kaçamak bize başka neler neler hatırlattı.

Çocukluğumda çok sevdiğim kaçamağı, bugünkü bana sevdiren yegâne şey çocukluk hatıralarım. Yoksa öyle ahım şahım bir yemek değilmiş, ben geçmişe öykünüp büyütmüşüm gözümde. Daha 3-5 sene yemesem olur yani...

İçişleri Bakanı istifa etmiş; karıştı sosyal medya. İstifası kabul edilmemiş; gene karıştı... Siyasilerden kim ne yapsa, ne etse; karşıtları sosyal medyadan veriyor veriştiriyor anında. "Yahu istifa eden ben değilim, istifayı kabul yetkisi de bende değil. Benim haberci olarak yaptığım paylaşımın altına yakışıksız yorumlar yapmayın lütfen. Mesleğim gereği haberi veririm sadece, gerisi beni ilgilendirmez" demek zorunda kaldı bir yerel gazete çalışanı kardeşim.

O kanal senin, bu kanal benim derken, saat 22:00 civarı geri sayım başladı. "2 saat kaldı!", "1 saat kaldı!", Son yarım saat!" gibi paylaşımlar düştü sosyal medyaya. Saat 23:55'te çıktım balkona. Yollar temiz, boştu.

Ve saat 24:00 olduğunda, âdeta her sokaktan bir düğün alayı sökün etti caddelere. Her türden motorlu taşıma aracıyla doldu yollar. Sapak kavşağı karıştı yine. İnsanlar zor duruyormuş evde; koşanlar, yürüyenler, bisiklete binenler... Karşıki benzinlikte küçük bir kuyruk oluştu resmen.

Yaklaşık 1 saat sürdü sürmedi, hareketlilik bitti; hayatın normal akışına geçildi.

Ben de döndüm diziye, kaldığım yerden Marco Polo'yu izlemeye devam ettim. Sokağa bile çıkamazken, Kitaro'nun belleğime yerleşmiş meşhur eseri ile tarihi İpek Yolu'na keşfe çıktım.

Gobi Çölü ve stepler (bozkırlar) de Moğollar olmasa Çin'e kadar kısmen boş sayılırdı...

Çin'de ise herkes sokaklardaydı. Bildiğim yurdum insanıyla tarihten gelen ortak bir alışkanlığımız var herhalde...

Yorumlar

Popüler Yayınlar