Açıyorum, Açıyoruum, Açıyoruuum! A-ça-mı-yo-rum...

OSM'nin (Ofis Sanat Merkezi) açılışında merkezin önündeki alana benden epeyce sonra gelen trafik zabıtaları, aracımı park ettiğim yerden kaldırmamı istemişti. Sebebi, "az sonra gelecek olan protokole ait araçlara yeterince yer yok" olmasıymış. Açılış mahallinden 40-50 metre ilerideydi aracım. Talepleri saçma gelmişti. Sonra da, hazır aracıma binmişken ve 150-200 metre ötede bile başka bir park yeri bulamamışken, -sinir katsayım daha fazla yükselmeden- "Bari eve gideyim!" demiş ve yola çıkmışken aynen devam etmiştim.

Bu defa da SSG (Sakarya Sanat Galerisi) açılıyordu. Sakarya için son derece sevindirici bir gelişmeydi, sinema ya da restoran buçuğu sanat galerilerinden sonra gerçek bir sanat galerisine nihayet kavuşuyorduk. Aynı zabıtaların gazabına yine uğramamak için aracımızı epey uzakta bir otoparka bıraktık ve beraberimdeki öğrencilerimle birlikte galerinin bulunduğu mahalle bu sefer yaya olarak gittik. Ama davetiyede belirtilen saatte bir gazeteciler, bir bizim Metin (Aşoğlu) Ağbi, bir de biz vardık. Az sonra İsmail Arzu Açıkel geldi yanımıza, selamlaştık, birbirimize hal-hatır sorduk. Aaa söylemeyi unuttum; açılış mahalline bizimle birlikte giriş yapan CHP İl Başkanı Yüksel Büyükakten ve eşinin hakkını yemeyeyim. Kent Parka yayılmış piknikçilerin yanında, bir ağacın gölgesine sığınarak yakıcı güneşe karşı epey direndiler. Biz kalabalık olduğumuzdan ağaç altı bir yere sığışamadık; binanın gölgesini keşfedene kadar kavrulduk.

Susadık, -muhatabımız 'catering' firmasının elemanıydı galiba- bizim tayfadan biri gidip su istedi; "Şimdi veremeyiz" denilmiş.

Süslü kokteyl masaları vardı, ancak masaların üstü boştu... Süslü sandalyeler vardı, ancak çoğu güneş altında kavrulmuştu, (hatırlatmak isterim, dün hava sıcaklığı 35-36 derece civarında idi) ve onlara oturmak kızgın saca oturmak gibiydi... "Orta Asya'dan Anadolu'ya" adı altında tasavvuf müziği konseri verilecekti, ancak tasavvufun ruhuna ve adabına aykırı olarak -fazlasıyla aşırı yüksek bir desibelde- sesi yükselten aygıtlar sebebiyle konser öncesinde yapılan son provalarda kulaklarımız en az 7 şiddetinde depreme maruz kalıyordu...

"10 dakika geçti", "20 dakika geçti" derken, peş peşe siyah renkli araçlar giriş yaptı bulunduğumuz mahalle. Belediye başkanları, daire amirleri, il müdürleri, siyasi parti il ve ilçe temsilcileri, meslek odaları temsilcileri, iş adamları vs. ve en son vali... Bir 10-15 dakika da onların gelişini, karşılaşmalarını, sohbet etmelerini uzaktan seyrettik. Onlarca koyu renk takımlı insan arasında, sanki, bir resmi cenaze törenindeymişiz gibi hissettik kendimizi... Haydi biraz hafifleteyim: "Kent Meydanında Atatürk Anıtı'na çelenk koymasına müsaade edilen resmi zevat" diyeyim kendilerine. Hoş, bildiğim kadarıyla onların çoğu Atatürk Anıtı'na çelenk koymaya artık gitmiyor. Gidene de kanunlarımız müsaade etmeyebilir, karışmam; ben son zamanlarda inatla değiştirilen kanunların yalancısıyım...

Arkamdan bir el omzuma dokundu. Sakarya Büyükşehir Belediyesi'nin Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı İbrahim AKTÜRK'tü dokunan. Teşekkür ederek bizi orada görmekten duyduğu mutluluğu dile getirdi. Sağ olsun, eksik olmasın...

Demek ki biz görünmez değildik; görünüyorduk. Fakat yalnızca, görmeyi bilenler bizi görebiliyordu.

Hani, bir hayli eski zamanlarda Necati (Mert) Ağbi'nin kitabevindeki sohbetlerden tanışıklığımız bulunan, hatta eski öğrencilerimden olan oğlunun, gittiği üniversiteyi bırakarak Yeditepe Üniversitesinde tiyatro okumaya başlamasında payım(!) olduğunu düşünen, partisiyle soyadı bağı bulunan ilçe başkanı; yine eski öğrencilerimden olan kızı aslında endüstri ürünleri tasarımı okumak isterken aile-okul baskısıyla başka bir alana yönlenmek zorunda bırakılan, çocukluktan ve Sakarya Üniversitesinden tanıştığımız, çocuklarımızın ilkokulda aynı sınıfta olduğu sportmen il müdürü; on kişiyle kurduktan sonra, 6 yıl ikinci başkanlığını yaptığım, maddi-manevi epey ceremesini çektiğim şehrimizin muteber(!) güzel sanatlar derneğinin zaman'e başkanı da dahil, oradaki onlarca koyu renk takım elbiseli yaşlı-başlı insanın yanında rengarenk spor giysileriyle duran bizim 10 kişilik genç ağırlıklı grubumuzu birçok kişi görememişti. En çok da foto-muhabirleri bizi göremedi. Günahlarını almış olmayayım; belki görmüş, ama bizi o ağır(!) ortama yakıştıramamış olabilirler...

Neyse konuyu uzatmayayım; biz de kendimizi bir nevi fazla hissettik orada. Açılan bir sanat galerisi olmasa, o tip bir kalabalıkla zaten bizim işimiz ne!
  
Baktım ki bizim gençler, bize doğru atılan kaçamak sert bakışlardan dolayı kendilerini iyice 'ucube' hissediyor, "Haydi çocuklar kalkın!" dedim, "Şu Çark Caddesinde yeni açılan yere gidelim!"

"Biz oradan ayrılırken fotoğraf sanatçısı arkadaşım Servet Sezgin'le otoparkta karşılaştık. "Hayr'ola gidiyor musunuz? Açılış bitti mi?" dedi; "Yok hayır, açılış daha yapılmadı; ama biz bittik" diyerek yanıtladım sorusunu.

Sakarya'nın ilk ciddi galerisi olan Sakarya Sanat Galerisinin açılışı tam da 'büyük s' ile yazılan Sanat'a yakışır bir 'aykırılık'taydı. Padişah Fermanları Seçkisi Sergisi'ne bir an önce girebilmemiz için bir 'padişah fermanı' gerekiyordu.

Çark Caddesi boyunca yürürken karşımıza CHP Gençlik Kollarının standı çıktı. Genel olarak siyasete uzak duran bizim 16-17 yaş grubu tayfa, bir hışımla o yöne meyletti; imza verdi, kitap aldı, CHP'nin haber bültenine üye oldu. Sanırım, AKP, bu kötü açılış organizasyonunda bizim çocukları ömür boyu kaybetti. (Laf aramızda: Sanatçı taifesinden ne beklenirdi ki; hem balık zaten baştan kokardı...)
  
Ve nihayet galerinin açılışını 'sanata yakışır bir şekilde' kendi aramızda kutladık. Sanat öğrencisi olan 10 kadar gençle Leman Kültür'de oturduğumuz sürece konuştuğumuz konu, "bu açılışın aslında nasıl olması gerektiği" idi. Çok ilginç fikirler atıldı ortaya; ortak bir karara varmak da hiç zorlanmadık. Madem ki içeride "Padişah Fermanları Seçkisi" adıyla bir sergi vardı, serginin açılışı da ona göre olmalıydı. Kaldı ki, bu, aynı zamanda yeni açılan bir galerinin ilk sergisiydi. Mesela, müziği belediyenin Mehter Takımı yapmalıydı, Osmanlı'nın militarize müziği ile konuklar coşturulmalıydı; ardından da bir Dede Efendi seçkisiyle Osmanlı sarayının tarihi seçkinliği yaşatılabilirdi. İçecekler, tarihi/geleneksel kıyafetleriyle ortalıkta dolaşan şerbetçiler eliyle dağıtılıyor olmalıydı, 'demirhindi' şerbeti konsepte pek şık düşerdi. Kent Parkın ortasında "Osmanlı Macunu" adıyla, 'allı güllü' satan fesli delikanlı, konuklara bir parça renkli şeker macunu ya da tarçınlı akide şekeri ikram edebilirdi. Galeriye giden yollardaki direklere ve galerinin ön cephesine büyük boy padişah tuğraları asılabilirdi. Galeri girişine de Osmanlı sancakları konulabilir, onların sağında solunda zırhlı giysiler içinde sancaktarlar durabilirdi. İşte bunlar bizi ziyadesiyle memnun ederdi... (Sakın ola ki, bir sonraki sergi de bunlar yapılmaya kalkışılmasın; zira biz, muhteviyatına göre birbirinden farklı sergi açılışları yapılması taraftarıyız.)

Neyse, bakarsınız bundan sonra bir şeyler yapılırken işler erbabına sorulur... Metin (Aşoğlu) Ağbi, Arzu (Açıkel) Ağbi, Servet (Sezgin) oradaydı. Necati (Mert) Ağbi'yi göremedim; oysa beni o davet etmişti, herhalde o da benim gözümden kaçmış olmalıydı.

Bize soracak değilseniz de onlar oradaydı, onlara sorulabilirdi; onlar da en nihayetinde bize danışırdı nasılsa...

Kısacası, bunu da açamadık... Yeni bir ucubelikle karşılaştık... Fakat yine de Sakarya Sanat Galerisi bünyesinde sanat dışı amaçları olan kayıntı (bu terimi, belediye ile ilk kez Necati Mert ilişkilendirmiştir) dükkânları olmadığı için Sakarya'daki sanat adına umudumuzu koruyoruz... Yoksa orada da var mı? Dedim ya; biz henüz içeri giremedik...

Yorumlar

Popüler Yayınlar