Dedemin Hikâyesi

Cemil (Kalfa) TAYMAZ
       Dedem Cemil (Kalfa) Taymaz, Manastır’da (şimdiki adı Bitola, Makedonya Cumhuriyeti’nde) doğmuş, büyümüş. Anadili Türkçenin yanında Yunanca, Sırpça, Arnavutça bilirmiş. Âhilik geleneğiyle yetiştirilmiş sarışın, mavi gözlü, uzun boylu, iri yapılı bir kunduracı kalfası imiş. 1912 Balkan Harbi sonrasında kardeşleriyle birlikte sahip oldukları babadan kalma mülklerini ve tapularını orada kalmayı tercih eden öz dayılarına bırakıp İstanbul'a göçmüşler. At koşumlarının arasına sakladıkları altınlarla İstanbul’a gelmiş ve Küçük Ayasofya'ya yerleşmişler. Cemil Kalfa hemen Gedikpaşa’da, sahibi Rum olan bir kunduracı dükkânında çalışmaya başlamış. Daha kalfalık döneminde çok güzel körüklü çizme, ayakkabı, mesh, çanta yaparmış. Osmanlı döneminde, Adapazarı’nın Çarkbaşı’nda bulunan süvari tümenine (şimdi Çark Caddesi üzerinde bulunan mekanize tugay) ABD’den subaylar gelir eğitim verirmiş. Dedem, işçiliğini pek beğenen bu yabancı subaylar tarafından tümenin saraçhanesinde çalışması için Adapazarı’na çağrılmış. Çağrıya, ileride İstanbul’a dönmek üzere icabet etmiş. Ahilik geleneklerine göre ustalık kuşağını (önlüğünü) törenle bağlayamadan Adapazarı’na geldiği için de “Kalfa”  lakabını ölene kadar taşımış.
       Adapazarı’nın Semerciler Mahallesi’nde bağı-bahçesi çokça, oldukça varlıklı bir manav (yerli) ailenin dört kızından üçüncüsü olan babaannem Fatma ile izdivaç yapacağı kişiyi önceden görmeden, hiç görüşmeden evlenmiş. Dedeme göre epey ufak tefek bir kadın olan babaannem ise şanslıymış: dedemi evlerinin önünden geçerken görür, pek beğenirmiş. Bu evlilikle dedem Adapazarlı olmuş. İlk çocukları kız olmuş; birkaç aylıkken kaybetmişler. Orhan Camii'nin haziresine, mihrabın hemen sağ önüne gömülmüş. Sonra Fethi amcam doğmuş. Zaman içinde dedem maddeten düze çıkmış; Uzunçarşı’nın ikinci geçit diye bilinen sokağının baş tarafında Aynalıkavak’a doğru giderken sağdan ikinci dükkânda bir kunduracı dükkânı açmış. Pek tutulmuş, işleri rast gitmiş. Bunun yanı sıra ahalinin, çarşı esnafının sevdiği saydığı biri olmuş, eşraf arasında da sözüne güvenilir, dürüst biri olarak tanınmış. Futbol topu da imal ettiği için Adapazarı’nın ilk futbol hakemliği de dedeme düşmüş. “Senin sözünü herkes dinler; eğer sen bu topu dikebiliyorsan, hakemliği de âlâsıyla yaparsın” denilmiş. Cemil Kalfa, daha sonraları 1941'de üç spor kulübünün birleşmesiyle kurulan Ada Gençlik’in yönetiminde de yer almış, Adapazarı’nda sporun gelişmesine katkı vermiş. Hatta belediyeye ait Çarkbaşı’ndaki mesireliğe -askeriyenin tam güç ve desteğiyle- bir gecede yapılıverecek olan top sahasının arazisine karşılık olarak kulüp yöneticilerinden şehrin muhtelif yerlerinden emsal değerde arsalar istenmiş, alınmış. Benim dedem de demiryolu yanında bulunan ve gelip giden kara trenlerin etrafa saçtığı kömür tozu ve kurum yüzünden toprağı git gide verimsizleşen, bakımsızlıktan kuyusu körlenen bostanı, kendi payına belediyeye hibe etmiş. Burası, Adapazarı Belediyesi tarafından itfaiye merkezi olarak yıllarca kullanılıp 1999 depreminden sonra Büyükşehir Belediyesi’ne geçince “İtfaiye araçlarının giriş çıkışı için çok merkezi bir mevkide kaldı” denilerek satışa konuldu; özelleşti. Dedemin kör kuyulu, verimsiz topraklı diyerek gözden çıkardığı bostanda 2000'li yılların başında kocaman, işlek bir market yeşeriverdi...
       Cemil dedem, “Cemil Kalfa” lakabıyla Adapazarı’nda epey nam salmış, köklenmiş. Dükkânının bulunduğu Uzunçarşı’da ve Ayakkabıcılar İçi’nde pek mutebermiş. İkâmet ettiği Çark Sokağı’nın Şerefiye semti ise Şerefiye Camii’nin yapılmasına ön ayak olduktan sonra deyim yerindeyse ondan sorulurmuş. Fethi amcam, babası kadar uzun boylu olmasa da onun gibi spora meraklıymış. Ancak teninin karaya çalan rengini annesinden almış. Genç yaşına göre iyi futbol oynarmış. Fethi 13-14 yaşlarındayken bir kız kardeşi dünyaya gelmiş. O yıl, dedemin yediği içtiği ayrı olmayan çok sevdiği arkadaşı ve meslekdaşı Çakır Ahmet’in de bir kızı olmuş; “Adı ‘Ayten’ olsun!” demişler. Dedem de onunla uyumlu olsun diyerek halama “Gülten” adını vermiş. Bundan tam dört sene sonra babaannem ilerlemiş yaşına rağmen babamı doğurmuş. Çakır Ahmet, kızından sonra doğan oğluna “Aytekin” adını koyduğu için dedem de başlattığı uyumu bozmamış ve yeni doğan oğluna “Gültekin” adını koymuş. Soğuk bir günde ziyaretine gittiği öğretmeni, ziyaretin bitiminde, Fethi amcamdan bodrum katındaki depodan odun-kömür getirmesini istemiş. Amcam derhal bodrum kata inmiş. Epeydir arızalı olan elektrik düğmesi çalışmayınca kurcalamış; kendince tamire yeltenmiş. Elektrik tellerine çıplak elle dokununca çarpılmış; oracıkta can vermiş. 18 yaşında daha hayatının baharındayken kaybettiği oğlunun acısıyla babaannem hayata küsmüş...
       Bu arada, Cemil Kalfa, Rumeli’den gelip İstanbul’da tutunmaya çalışan kardeş, dost, akraba kim varsa onları da Adapazarı’na getirip, yerleşmelerine vesile olmuş. Yine de İstanbul ve Bandırma’da izini kaybettiğimiz kimi akrabalarımızın var olduğunu biliyorum... Üniversite öğrenciliğimde Haydarpaşa-Adapazarı treninde bana “Adapazarı’nda kimlerdensin?” diye soran yaşlı bir amcaya “Cemil Kalfa’nın torunuyum” deyince; içinde dedemin de bulunduğu bir cemiyet hatırasını, cebinden çıkardığı on kadar eski fotoğrafın arasından seçip göstermişti; “Bakma dedenin lakabının ‘kalfa’ olduğuna; o ustaların ustasıydı. Has adamdı vesselam!” diyerek. Meğer onun da evlenmesine vakti zamanında dedem vesile olmuş...
       1943 Büyük Zelzelesinden sonra, 1967 ve 1999 Depremlerinde de olduğu gibi Adapazarı’nı sağlam zeminli bölgelere taşıma çalışmaları yapılmış; çeşitli çözümler üretilmiş, uzun uzun tartışılmış. Kabul gören düşünce, yerleşimin Serdivan tepelerine taşınmasıymış. Şehrin en zenginlerinden Arapzade Cevat (Adapazarlı) Bey, vilayet-belediye ve bilumum umum üzerinde baskı kurmuş; “Ben fabrikama işçileri taa oralardan her Allah’ın günü nasıl getirteceğim?” diyerek bu fikre karşı durmuş. Neticede, yerleşimi, alt yapının hiç olmadığı bir bölgeye taşımanın getireceği mali külfetten duyulan endişeyi de arkasına alan Cevat Bey’in dediği olmuş. Adapazarı, yine aynı yerinde bırakılınca; zelzelede eski evi hasar gördüğü için Çark Caddesi’nin Lüleci Çıkmazı başına 1943'te yeni bir ev yaptırmak zorunda kalan Cemil Kalfa, tek parti döneminin bir meclisinde şöyle demiş: “Cevat Adapazarlı gibi hemşehrilerimiz var oldukça, Adapazarlı’nın belini bükmeye, Adapazarı’nı yıkmaya zelzele, melzele lazım değil!” Sonuç ortada: Otuz yılda bir yıkılıyor, bükülüyoruz…
       Denilene göre; 1951 ramazanında bütün bir kazı tek başına yediği iftar sofrasından kalkamamış Cemil Kalfa. Sol tarafına felç inmiş. O zaman 13 yaşında olan babamın o günden sonraki daimi görevi dedemi, çarşıya, camiye, dükkâna götürmek, eve getirmek olmuş. Babam okulu terk etmiş... Babaanneme miras kalan bostanları, bahçeleri yavaş yavaş elden çıkarıp alışageldikleri yaşamı sürdürmüşler.
       Cemil dedem, ben henüz 6 yaşındayken 1971 yılının haziran ayı başında 80-85 yaşlarında vefat etti. Doğum tarihi tam olarak bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı da bilinemedi.
       Benden bir sene önce dünyaya gelen ve o dönemde başlayan “Cüneyt Arkın” rüzgârıyla pek moda olduğu üzere “Cüneyt” adı verilen halamın küçük oğlunun ismini telaffuz etmekte zorlanan, aklında tutamayan; o nedenle benim adımı koyarken Orhan Camii’nden sebeple kolay hatırlayabilsin diyerek “Erkek olursa ismini ‘Orhan’ koyun!” diye günler öncesinden tembihleyen Cemil dedemi, ben pek az hatırlıyorum. En çok da yandan çarklı kahvesinin (yanında kesme şekerle servis edilen sade Türk kahvesi) tabağına döktüğü kahveye azar azar bandırdığı kesme şekeri bana elinden emdirerek yedirmesini hatırlarım...
       Sonradan öğrendim ki nüfus cüzdanımda yazan ile gerçek doğum günüm arasında üç aylık fark olmasının müsebbibi de Cemil dedemmiş. Malûm, şubat doğumluyum; dedem: “Bu çocuğu karda kışta askere alırlar üşür, donar zahir. Nüfusunu yaza girerken alın ki acemiliği ılıman zamana denk gelsin” demiş. Ruhun şâd olsun! 1991'de yedek subay olarak askere gittiğimde aralık başıydı. Görev yerim Ankara idi ve haber bültenlerinde “Ankara’nın son on beş yılda gördüğü en sert kış” diye seslendiriliyordu. Nasıl üşüdüm, nasıl dondum dedeciğim, anlatamam...
       Milli Mücadele yıllarında işgalci Yunan askerinin yanı sıra yerli Rum ve Ermeni çetelere karşı direniş gösterenlerin, çete savaşları yapanların arasında Cemil dedem de varmış. Dedemi tanıyan, duyan; savaş yıllarını gören, bilen birbirinden değişik kişilerden o günlere ve dedeme ait çeşitli hikâyeler dinledim. Hepsi de pek kanlı biten, heyecanlı, kahramanlık dolu hikâyelerdi. Bana, titremesine engel olamadığı sağ eliyle kahveli şeker yediren, sol yanı tümden felçli, bastonu sol koluna meşin kayışla bağlı, sesi dahi zor çıkan, zor duyulan, ömrünün son demlerini sürmekte olan ağır-aksak adamla bir türlü bağdaştıramadığım vahşi hikâyeler: Gâvurkırma (şimdiki Korucuk) civarında yaşanan bir gece baskınıyla Rum çetecilerin çökertilmesinde, dedemin canlarını aldığı gâvur çetecilere ait 21 kulağı bir tele geçirip babaanneme getirmesi sanırım tarife kâfi gelecektir...
       Dedemin ölümünü takiben, babaannemin, dedeme ait yanabilecek ne var ise bahçede yaktığını hatırlıyor ve buna hâlâ bir anlam veremiyorum.  Meşini iyice kurumuş, gevrek fişekliğin harlı harlı yanışı gözümden gitmiyor. Tüfeğini ve kılıcını da kırmış, parçalamış; metal nev’inden olan ne varsa eskiciye satmıştı. Gazi madalyasını da hiç görmedik, bulamadık... Allah'tan babam, dedemin köstekli saatini saklamış. Dedemin saati hâlâ saniye sektirmeden çalışıyor. Vefat ettiği sabah babamın bileğinden çözerek emanetime aldığım kol saatiyle birlikte yan yana duruyor...
       Cemil Kalfa ile Sayacı Gültekin; baba ve oğlu! Ben kurduğum sürece eski günlerdeki gibi yan yana, tıkır tıkır çalışıyorlar. Bakalım torun ne zaman eklenecek bu güzel koleksiyona...
       30 Ocak 2012, Serdivan 

Yorumlar

Popüler Yayınlar